Kürt sorunu-1
Dünkü yazımda ulusal güvenliğe yönelik tehdit değerlendirmesinde bölücülük olarak geçen unsurun özünde Kürtlükle ilgili bir konu olduğuna değinmiştim. Peki, Kürtlük ülkemizin yadsınamaz toplumsal bir gerçeği midir, yoksa ülkemizi bölmek isteyen "iç ve dış çevrelerin" uydurduğu bir hayali bir mit midir? Bunu anlamak için çok uzaklara gitmeye gerek yok. Tarihte yayınlanan ilk Türkçe ansiklopedi olan ve 1896'da Şemsettin Sami tarafından yazılan "Kamus'ul A-lam" (Özel Adlar Ansiklopedisi olarak çevirebilir) bu konuda net bir kaynak. Eserin beşinci cildinin 3840 ve 3843'üncü sayfalarında yer alan maddeyi okuduğumuzda bundan 100 yıl öncesindeki bir zaman diliminde Osmanlı aydınları arasında Kürtlükle ilgili, Kürtlüğün bağımsız bir toplumsal gerçek olduğu yolunda en ufak bir kuşkunun bulunmadığı ortaya çıkmaktadır. Esasen Yavuz Sultan Selim'den itibaren Osmanlı'nın yıkılışına kadar geçen sürede Osmanlı siyasal yönetimi tarafından da bu gerçeğin kabul edildiği ve buna uygun bir siyasal yönetim modeli uygulandığı tarihi bir gerçektir. Ne var ki, burada ayrıntısıyla tartışmaya yer ve zaman bulamadığımız faktörlerin sonucunda, bir ulus-devlet projesi olan Cumhuriyet'in Osmanlı'dan kendisine kalan toplumsal yapıda milli, dinsel referanslara çoklu bağlılıklara yer vermediği, ulus inşa projesi içinde belki de buna zorunlu olduğu koşullarda özellikle 1925'ten sonra Kürtlüğün siyasal, kültürel ve sosyal olarak yok sayıldığı da gene tarihi bir gerçek olarak ortadadır. Devrimci Cumhuriyet, ulus inşa projesini merkezi ulusal eğitim, zorunlu askerlik ve medya ayağıyla bir taraftan laisite, diğer taraftan da asimilasyon politikalarıyla hayata geçirmeye çalıştı. Elbette bu politikaya karşı direnişler de meydana gelmedi değil. Gerek İslami kaynaklı, gerek Kürtlük kaynaklı 1925 Şeyh Sait, 1937 Ağrı, 1938 Dersim isyanları bilinen ayaklanmalar olarak hafızalarımızda. Bu isyanların askeri yönden devrimci Cumhuriyet tarafından ezilmesini müteakip özellikle Türkleştirme eksenli asimilasyon politikasının hız ve yoğunluk kazandığını biliyoruz. 1960'ların ortasına kadar gerek işin güvenlik boyutunun çözülmüş olması ve gerekse eğitim ve medya yoluyla yaratılan atmosferin etkisi sonucunda Kürtlük mefkuresinin Ağrı'da ve Dersim dağlarında ebediyen gömülmüş olduğu gibi bir duygu ve inanç gerek entelijansiyada gerek Cumhuriyet kadrolarında hakim inanç haline geldi. Kürtlük, Türkiye'nin Batısı için özellikle sadece Kürt İdris'in lakabından başka bir anlam ifade etmemeye başladı. Ne var ki, unutulan bir gerçek vardı. Kürtler bölgenin otantik bir halkı olarak binlerce yıldır aynı bölgede ve çoğunluk olarak yaşamaktaydı; dilleri yani Kürtçe, medrese ve tarikatlar vasıtasıyla dinsel eğitim diliydi ve Kürt kültürü yaşayan bir kültür olarak varlığını sürdürüyordu. Bu sürecin sonunda bir milliyetçi Kürt aydın sınıfının doğması kaçınılmazdı. Ve gene bir toplumsal gerçek olarak, milliyetçiliğin aydınlardan başlayarak halka sirayet ettiği de siyasal bilimin bize öğrettiği bir gerçektir. 70'lerin ortalarına geldiğimizde asimilasyon politikasının kısmen başarılı olsa da, tam sonuca ulaşamadığı ortaya çıkmıştı. Gerek doğrudan milliyetçi Kürt örgütleri ve gerekse Türkiye'deki sol hareketlerden etkilenen solcu Kürt gençliği Kürtlük davasını bölgede politik bir güç haline getirmek için yoğun çaba ve eylemin içinde bulunuyorlardı. 12 Eylül 1980'den önce bugün DEHAP'lıların belediye başkanlığı kazandığı yerlerde çeşitli eğilimlere mensup Kürtçü adayların seçim kazanmış olmaları olgusunu hatırlayalım. Bu tarihsel sürece kısaca değinmemizin sebebi Kürt sorununun PKK ile başlamadığı en azından yüz yıllık bir arka planının olduğu gerçeğinin altını çizmekti. Devam edeceğiz...
|