Geçen bizim Turkuvaz Kitap'ta editör arkadaşlarla sohbet ediyorduk. Sevgili Necip Mahfuz'un kitaplarının yakında Turkuvaz'dan çıkacağını söyledi. Zaten var Türkçe'de, dedim. Hayır dedi Özge, şimdiye kadar hep Fransızca'dan tercüme edildi Necip Mahfuz. Şimdi ise ilk defa orijinal dilinden, Arapça'dan tercüme edilecek. Özge'den bu güzel haberi alınca, pencereden Levent taraflarına bakakaldım. Akşam güneşine karşı direnen gökdelen koruluğumuza. Modern Türkiye bir çok büyüklükler yaptı. Güneşin batmasını bir kaç dakika daha geciktirebilen büyük, akıllı gökdelenler yaptı. Ama tarihi boyunca ruh akrabalarına sırtını döndü. Ortadoğu deyince aydınlarımızın gözlerine hep bir "apartman boşluğu" loşluğu geldi oturdu. Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu, Sezai Karakoç ve bir kaç büyük sima dışında Türkiye batıya açılan kulağını hep dik tuttu; ama Doğuya ve Güneye açılan kulağını tamamen kapattı. Kendini doğal coğrafyasına, kendi evinin avlusuna karşı sağırlaştırdı, dilsizleştirdi.
***
Oysa Mısır, bizim modernleşme hikayemizin de başlangıç noktasıydı. Hatta modernleşme hikayemiz oradan başlamıştı. Tanzimat'ın bir gözü hep Kavalalı sülalesinin üzerinde değil miydi? Bırakın onu, Jön Türkler'in finansmanı, Mısır hidivliğini 4 saat geç doğduğu için kardeşi İsmail'e terk etmek zorunda kalan Mustafa Fazıl Paşa gerçekleştirmemiş miydi? İlk modern askeri okullar, ilk modern mektepler orada çiçeklenmedi mi? Galatasaray Mektebi'nin nüvesi olan "Mekteb-i Osmani"nin Paris'teki ilk başarısız denemesi, Mısır'ın Paris'te daha önce kurduğu modern mektebin taklidi değil miydi? Abdülmecit zamanında Mısır'dan gelen "asri" hanımların İstanbul'daki sefahat alemleri bizim "gardırop" modernleşmemizin ilk "rehberi" olmamış mıydı? Ve daha bir çok şey...
***
Mısır, antik medeniyetler içinde hep merkezi bir konuma sahip olmuştu. Klasik çağlarda da öyle kaldı. Şu veya bu şekilde, dünyanın gözü kulağı hep orada oldu. Bunun tek sebebi Nil veya Akdeniz-Hint Okyanusu yolu üzerindeki stratejik konumu da değildi. Mısır, oturmuş, yerleşmiş, dinlenmiş bir Akdeniz ülkesidir. Her şeyden önce, tarihin büyük ve önemli coğrafyalarından biridir. Luxor ve Piramitleri öne çıkararak Mısır'ın İslami dönem tarihini can sıkıcı ve görmezden gelinmesi gereken bir paranteze dönüştürme çabaları bunu değiştirmeye yetmedi. Fantastik tarih/tarihi roman(!) yazımı, Hollywood'un ifsat edici, yanlı "antikite" yaklaşımı da yetmedi. Modern dönemde vuku bulan ve alışmadık -hadi 'bedendeki' diyelim- don gibi bir türlü yerine oturmayan tuhaf ideolojiler de yetmedi. Dünyanın en eski üniversitesinin (Ezher – M.S. 975) ülkesi, şimdi kendi doğal yatağına yerleşme sancıları çekiyor. Başta Fransa, sonra da İngiltere'nin tarihi iğvasına maruz kalmış ülke, artık kendi özel, karakteristik yolunu bulmaya çalışıyor.
***
"6 Gün Savaşları"nda, daha kımıldamadan hava kuvvetlerinin tamamını imha eden İsrail, acaba Mısır'ın bu gün havalanmasına müsaade edecek mi? Her yıl ortalama 4 milyar dolar hibe eden, ama buna rağmen, sözünü ettiğim savaşta kayıtsız şartsız İsrail'in yanında olan ABD bu işe ne diyecek? Bizim ulusalcı hastalığımızın hemen "Ilımlı İslam bu; tabii ki ABD işbirlikçisidir!" diye bağıracağını biliyorum. Ama şunu da biliyorum: Bu "ulus"u olmayan ulusçular, Mısır ve sair Ortadoğulu akrabalarımızla maddi ve manevi bağlarımızı, yaklaşık yüz yıl boyunca, büyük bir maharetle, bir damarı kan akmasın diye bağlar gibi burdular ve bağladılar. Bu coğrafyanın geri alınması gereken ve burun kanatmadan da alınabilecek manevi varlıklarına sırtlarını döndüler. "Araplar bizi arkadan vurdu" dolmasını hem yuttular; hem de ilkokul müfredatından itibaren bu koca ülkeye yutturdular. Hüsrev Hatemi, anılarında yazdı. Arap-İsrail savaşı sırasında, İsrail'in bir mevzi zaferinin sinemada haber olarak verilmesiyle (Beyoğlu sinemalarında o dönem film aralarında dünya haberleri veriliyormuş) bütün salonun ayağa kalkıp İsrail'i alkışladığı vakidir. Böyle bir Türkiye'nin "ulusalcılarından" bahsediyoruz. Neden mi? Çünkü "Araplar bizi arkadan..."
***
Ben hem Şam'da, hem de Tahran'da, merak edip yazarlara sormuştum yıllar önce. Türkiye'den hangi yazarları tanıyorsunuz, diye. İki şehirde de sadece iki isim verilmişti bana. Aziz Nesin ve Nazım Hikmet. Bu kadar. Demek ki aynı ailenin kapıları iki yüz yıldır duvarlara dönüşmüş!
***
Şimdi Mısır tekrar diriliyor. Mısır'la Türkiye'yi haritada gözlerinizin önüne getirin. Bu iki büyük ülkenin tarihi bir yakınlaşma, birliktelik ve iyi komşuluk -komşuluk çok azı olurdu- iyi bir "aile" ilişkisi içine girdiğini düşünün. Bunun, iki yüz yıl gecikmiş bir hasret giderme olduğundan kimin şüphesi olabilir? İşte o zaman, bu coğrafyadaki bir çok şey de kendiliğinden ıslah yoluna girmiş olacaktır.