19. yüzyılda Avrupa'da bir hayalet dolanıyordu: Rus devrimcilerin hayaleti. Ülkelerinde barınamıyorlardı, çünkü Rus çarları iktidarlarına yönelik her türlü yakınmayı, itirazı ve eleştiriyi tahammülsüz bir paranoyayla karşılıyor, şüphelendikleri kişilerin mektuplarını okuyor, Çar'a dair kurulan her cümleyi, sıfatlarını, isimlerini ve zarflarını didik didik etmeden rahat bırakmıyordu. Zengin bir Rus toprak ağasının gayrimeşru çocuğu olan Aleksandr Herzen de, iktidarın hayatı zehir ettiği mutsuz Ruslardan biriydi. Sözlerinde Çar'la alay edilen bir şarkıya eşlik ettiği için tutuklanmış, memurluk yaptığı yıllarda yazdığı bir mektubunda Petersburg'da o günlerde işlenen cinayetlerle ilgili olarak "Burada nasıl bir polis gücümüz olduğuna sen karar ver artık," diye yazdığı tek bir cümle yüzünden bir yıl sürgüne gönderilmişti. 1846'da babası kendisine büyük bir miras bırakarak öldüğünde Herzen şu tatlı gerçeği keşfetti: Bu otokratik ülkede yaşaması gerekmiyordu, parasını ve üç çocuğunu, karısı Natalya'yı, annesini, hizmetçilerini ve aile dostlarını yanına alıp yurtdışına, hayallerinin ülkesi Paris'e kaçabilir ve özgür olabilirdi.
KEDERLİ VE MUTSUZ BİR KARAKTER
Fransız devriminin hayalleriyle yaşayanlar için, o günlerde Fransa'nın Kabe'den farksız olduğunu yazıyor Edward Hallett Carr. Ve 1930'larda, neredeyse 100 yıl önce yazdığı klasikleşmiş kitabı
Romantik Sürgünler'de bize hayalperestlerin hayallerine ilham veren şehirlerle, kişilerle, sokaklarla karşılaştıklarında yaşadıklarını anlatıyor. Oraya gittiklerinde, onlara uzaktan birer kardeşlik, dostluk, diğerkamlık timsali gibi görünen o uzak mutlu diyarda insanların kendi işinde gücünde, başkalarının dertlerine ilgisiz, ölümlü varlıklar olduklarını keşfediyorlar. Kendi şematik özgürlük anlayışlarının aksine, dinin, Katolikliğin ve Papa'nın yoksulların özgürlük mücadelesinde oynadığı olağanüstü rolü anlayıp köylülerin tanrı fikrine değil, tanrı fikriyle nasıl isyan ettiklerini gördüklerinde de bir şaşkınlık yaşıyorlar. Cinselliğin, aldatmanın, üçlü ilişkilerin, kazık atmaların, başka kadınlarla ve erkeklerle birlikte olma arzularının Avrupa'nın devrim rüyalarıyla yaşayan hayalperestlerin hayatlarında oynadığı rolü idrak ediyorlar. Tüm bunlar, baskıcı bir ülkede, bir sözcüğe, özgürlüğe âşık olan birinin kendi kısıtlı dünyasından çıktığında yaşadığı olağan olaylar belki. Ama
Romantik Sürgünler'i okudukça anlıyoruz ki, hayatın gerçekleri Herzen'i hep ince bir bunalımla yaşamaya mahkum etmişti. Enerjik bir düşünür, tutkulu bir yayıncı, hevesli bir âşık olmasına karşın, ülkesi Rusya hayatı boyunca her zaman bacaklarına iliştirilmiş bir zincir gibi peşinden gelmiş, Herzen'in attığı her adımda bu zincir şakırdamış, bir yerden karşıya atlaması gerektiğinde onu hareket edemez hale getirmişti. 1852'de Londra'ya gelene dek geçirdiği günlerde, karısı Natalya'nın Alman yazar ve aile dostları George Herwegh'le yaşadığı aşk yüzünden Herzen kendisini bir George Sand romanını andıran bir öykünün kahramanı olarak bulmuştu. Arkadaşlarının soğuk bir İngiliz kadınına benzettikleri Natalya, Herwegh'le tutkulu bir ilişki yaşıyor, onunla mektuplaşıyor ve kocasını aldatmaktan büyük bir zevk alıyordu ve günler geçtikçe Carr'ın bu aşkın doğasına uygun, melankolik bir üslupla aktardığı ilişki, Avrupalı devrimcilerin ortak dedikodu malzemesine dönüşüyordu. Carr, Natalya tüberkülozdan ölünce, 1852'de Londra'ya gelen Herzen'in yeni hayatını anlatmaya başlıyor sonra. Böylece Rus köylülerinin toprak ağalarından kurtulması ve anayasal bir düzende yaşamaları için yıllarını veren Avrupa'nın ünlü devrimcisinin ilk başlarda İngilizlerden hiç hoşlanmadığını, onları 'gerçekten aptal ve olağanüstü terbiyesiz' bir halk olarak gördüğünü öğreniyoruz. Ancak Herzen, Londra'da yaşadıkça Anglosakson siyasi hayatının, Rusya ve Fransa'dakilere oranla nasıl yerleşik bir özgürlük geleneğini içinde barındırdığını görmüştü. En ünlü kitabı
Geçmişim ve Düşüncelerim'de iki geleneği karşılaştırıyor ve şu sonuca varıyordu: "Bir Fransızla bir İngiliz birbirinin tam tamına zıttıdır. İngiliz kendi evinde yaşamayı seven, inatçı, küstah ve yalnız bir yaratıktır. Fransız ise kavgacı ama kolay güdülen bir sürü yaratığı. Fransızlar sürekli bildiri yayımlar, her şeye müdahale eder, herkese emir verir, herkese her şeyi öğretirler. İngilizlerse bekler; öteki insanların işlerine hiçbir şekilde müdahale etmez, öğretmekten çok öğrenmeye meyillidirler." Herzen'in İngiltere'de karşılaştığı ilgi tam da böyle bir şeydi. İngilizler, Rusya konusunda fikirlerini öğrenmek istiyordu ama herkesin asıl derdi para kazanmak ve mutlu olmaktı. Herzen, ülkesinden uzak, aldatılmış, bir fikrin temsilciliğine indirgenmiş bir mutsuz olarak Londra'da, sık sık mahalle, ev ve arkadaş değiştirmişti. Bu sırada siyasi görüşleri de değişiyordu.
İLK TERÖRİST SERGEY NEÇAYEV
Herzen'in hayatını okurken, 19. yüzyılda Avrupa'da sürgün hayatı yaşayan devrimcileri, suikastçıları, teröristleri, geleceğin liderlerini ve geçmişin mahkumlarını düşünüyor insan. 'Ahlak diye bir şey yoktur' fikriyle yola çıkan, Carr'ın 'ilk terörist' olarak adlandırdığı ve kitabında onu anlatan bir bölüm açtığı Sergey Neçayev, Herzen'in de çevresinde dolaşmış bu figürler arasında en ilginci. Bir devrimci hücreyi "İçimizde bir hain var, onu birlikte tespit edip öldürelim," diyerek birbirine bağlayan Neçayev, devrimci cinayetini işledikten sonra Avrupa'da sürgünler arasında dolanmış, İsviçre'de yakayı ele vermişti. Petersburg'da mahkemede siyasi bir isyancı değil, adli bir suçlu olarak yargılanacağını öğrendiğinde buna bağıra çağıra karşı çıktığını, 20 yıl kürek mahkumiyetiyle cezalandırıldığını, 35 yaşında iskorbütten öldüğünü okuyoruz kitabın son bölümlerinde. Herzen'in 1870'teki ölümüyle soyu tükenen romantik sürgünlerden geriye kalan miras da, onun gibi düşünürlerin nostaljik devrimciliğiyle Neçayev'in devrimci şiddetinin bir karışımı ve biz bugün hâlâ bu karışımda yer alan figürlerin ve kavramların, bu hayaletin ne anlama geldiğini kavramaya çalışmakla meşgulüz.
ROMANTİK SÜRGÜNLER
Edward Hallett Carr Çeviri: Selda Somuncuoğlu İletişim Yayınları Tarih 383 s., 24 TL