Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Kendine sürgün muhafazakar sanat

"...Muhafazakarlar içlerine kapanarak, kendi ürettikleri ve kendilerine yakın buldukları kültürü benimseyerek ve dışarıdaki dünyayı görmezden gelerek yollarına devam ettiler..."

İstanbul Tiyatro Festivali sona erdi. Bu yıl öncekilerin aksine epey bir 'oyun' görme şansım oldu. Şans diyorum, çünkü gerçekten öyle. Her şeye bilet alıp son dakikada çıkan bir engelden ötürü gidememek kaderimdir.
Bu yıl şeytanın bacağını kırdımsa, şans değilse nedir? Hatta bu sene hem hasta hasta gittim hem de havalandırması yanlış salonlar yüzünden 'festival hastası' oldum.
Hepsini beğenmedim oyunların, doğal olarak. Üstelik bazılarını sorunlu buldum. Şimdi gördüğüm bazı oyunlarda epey yenilik, değişiklik var ama onlara da tiyatro diyemiyorum. Sonunda tiyatronun gelip 'performans'a dayanmasını da o kadar benimsemiyorum. Hele bir buçuk saat boyunca tamamen sirk, çadır cambazlığı yapanlar, akıl almadık şeyleri icra etseler bedenleriyle, çıldırtıcı bir marifet gösterseler de tiyatro yapmıyorlar; bir tür tiyatro yapıyorlar.
Onlardan, duyduğum hayranlık ölçüsünde sıkılıyorum. Sonunda tiyatroya o niteliğini kazandıran 'ontolojik' bazı özellikler var.
İlgimi çeken, öylesi özelliklere sahip bir oyunun çok farklı bir yapıya bürünmesi. Böyle değerlendirince bu senenin baş yapıtı Hamlet değildi. Apaçık bir arayla Şahika Tekand'ın sahnelediği, gelmiş geçmiş en büyük yazarlar arasında benim için ilk üçe girecek olan Beckett'in akıllara durgunluk verecek şekilde ele aldığı Oyun isimli oyunuydu.

***

Maksadım tiyatro eleştirisi değil.
Oyunlardan önce fuayelerde, cereyan eden sohbetlerin tamamı son zamanlarda hükümetle tiyatrolar, tiyatrocular arasında cereyan eden tartışmalarla yüklüydü. Bazıları barut fıçısı gibiydi.
Hal böyleyken benim aklımdan başka başka şeyler geçti. Birincisi, son dönemdeki tartışmalara katılmış, öne çıkmış 'sol' isimlerden kimseyi izlediğim oyunlarda görmedim. Belki oradaydılar ama ben görmedim. İkincisi, aynı minval üzere daha da önemsediğim bir şey: şimdi, kimdir, nedir, nasıl tanıyorsun, anlıyorsun denmesin ama bildiğim, gördüğüm kadarıyla seyirciler arasında muhafazakar kesimden de kimse yoktu.
Belki başörtülü bazı kimseler o 'camiaya' girmekten, kaçınmış, kendisini orada rahat hissetmemiş olabilir. Muhtemelen de böyledir; bunu işaret eden sayısız anekdot var. Anlıyorum ve onlara bu duyguyu yaşatan ortama ve ön kabullere şiddetle itiraz ediyorum. Ama onun dışında kimseyi orada görmeyişim de manidardı benim için.
***

Muhafazakar kesimin, yeryüzünün ürettiği kültürel birikimi Türkiye'de kavraması veya kavramaması çeşitli şekillerde gündeme geldi.
Daha kapalı bir üslupla da olsa eleştirildi.
Üstelik gene muhafazakar bazı yazarlar tarafından. Aradan zaman geçtikten sonra ve bugün muhafazakarlık, muhafazakar sanat gündeme yerleşmişken bu sorunsalın önemi daha da artıyor. Şurası bir gerçek ki, muhafazakarlar çok uzun bir süre kendi içlerine kapanarak, sadece kendi ürettikleri ve kendilerine yakın buldukları bir kültürü benimseyerek ve kendi dışlarında kalan dünyayı görmezden gelerek yollarına devam ettiler. Bir tür gettolaşma yaşadılar. Bunu açıklayacak çeşitli sosyolojiler bulmak mümkün.
Nitekim, o tiyatro tartışmalarını izledim.
Devlet-kültür politikası ilişkisinden çıkıp, mesele hızla, sahnelerimizde neden muhafazakar edebiyat örneklerine yer verilmiyor sorusuna gelip dayandı. Muhafazakar edebiyat deyince de sadece ve sadece Necip Fazıl'ın adı anılıyordu. Bu bile ne derecede içe kapalı bir kültürden söz ettiğimizi göstermeye yeter.
Oysa benim ilk gençliğimde muhafazakar kültür çevrelerinin farkı; Batı klasiklerini okumak ve onlara daha özgül (spesifik) yorumlar getirmekti. Dostoyevski ve onun mistisizmi veya Goethe ve Faust yahut apaçık bir biçimde Baudelaire. Veya bazı felsefecilerin, örneğin Bergson ve Nietzsche, Schopenhauer veya Pascal'ın tartışılması. Sonradan bunların ortadan kalktığı, silindiği bir döneme girdik.
Durum ayrıca muhafazakarlarımızın çok sevdiği ve üstünde düşündüğü bazı yazarlarımız bakımından da farklı değildi. Çok problemli bir yazarımız olan Tanpınar'da Beethoven'den veya Baudelaire'den ya da Proust'tan geçilmez. Necip Fazıl'ın kaynakları belli. Ne bileyim, Dıranas o ekolün çok benimsediği bir şairdi bir dönemde ve düpedüz bir Baudeliare'di. Ama bu tartışmaları bu irdelemeleri o tarihlerde muhafazakarlar değil 'solcular' yapıyordu.
***

Bugün mikro sosyoloji boydan boya değişiyor. Orada dile getirdiğim ne varsa bugün tersini yaşıyoruz. Büyük kentte bir muhafazakar çevre var. Merkezde. Dünyaya asıl açık olan kesim o kesim. Bakalım Harvard'da o camiadan kaç öğrenci okuyor. Gelir düzeyleri Anadolu sermayesi diyeceğimiz başlı başına bir olguyu doğuracak kertede arttı. Ama kültürel plan henüz o düzeyde etkin değil. Tekdüze, içine kapalı bir anlayış hakim. Beckett'ten yeni bir yorum üreten muhafazakar tiyatro olamaz mı Türkiye'de veya Schubert'le muhafazakarlarımız hiç ilgilenmeyecek mi?
Bütün bunlardan sonra geriye kalan şu işaret ettiğim husustur: dünyanın ürettiği sanat birikimini içselleştiren ve kendi özgül kaynaklarını o eksen etrafında dönüştüren bir çaba... Önceliği ve amacı bu olmayan, evrensel kültüre kapalı bir muhafazakar sanat ve kültür olmaz. Bırakın muhafazakarlığı sanat ve kültür olmaz!
Olur mu?

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA