Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Onlar bizim cazcılarımız

Caz, ABD'de ortaya çıkış tarihi olan 1930'lu yıllarda, entelektüel değil, otantik bir müzik olarak doğmuştur. Bizde de 1950'lerden itibaren Ferdi Özbeğen, Ümit Besen, Müslüm Gürses gibi sanatçıların yaptığı müzik, özünde cazdır

Ferdi Özbeğen öldü. Hakkında hiç beklemediğim kadar çok ve hakkaniyetli yorum yayımlandı. Sevindirici bir şey bu. İnsanlar belli ki, artık popüler kültür unsurları ve olguları hakkında düşünüyor. Zaten Özbeğen'in kaybını kendi âleminde önemli bir kayıp olarak kaydetmek gerekiyor. Öbür tarafta bir başka üzücü gelişme Müslüm Gürses'in durumu. O da Azrail'le boğuşuyor. Doktorlar başka şeyler söylüyor ama eşi, ümit kestiğini açıkladı. Kendisine iyilikler diliyorum. Umarım tez zamanda sağlığına kavuşur. Bu iki sanatçı, birden gündeme gelince ve onların müziği çerçevesinde yer alan diğerlerinin açıklamalarını, yorumlarını izleyince, oturup düşündüm bir daha, "Kimdir bunlar?" diye ve bir cevapla döndüm yolculuğumdan: Bunlar bizim cazcılarımızdır. Ferdi Özbeğen'i ne dinledim ne de meclisinde bulundum. Fakat 1980'li yıllarda süksesi epey büyüdüğünde kulak verdim. Neden etkili olduğunu anlamaya çalıştım. Zor bir problem değildi. Türk halkının, Attila İlhan'ın tanımlamasıyla, ezan ve Kur'an yoluyla, kulağının alışık olduğu sesleri, büsbütün yozlaştırmadan ama yumuşatarak, benim biraz ucuzlatılmış bulduğum bir duygusallığa taşıyarak seslendiriyordu. Sesinin, neredeyse 'hünsa' diyeceğim tınısı, ona ve ondan sonra gelenlere ayrı bir lezzet veriyordu.

CAZ, BAL GİBİ OTANTİK MÜZİKTİR
Ama Müslüm Baba'ya epey kulak verdim. Eskiden, dinleyenlerin kendilerine jilet attıkları dönemde okuduklarından bihaberim. Ama zamanla kendisini yeniledi. Orada kalmadı. Çok ilginç şeyler yapmaya başladı. Kendisini izledim. Hatta bir gece o sahnedeyken yaşadıklarımı da günlüklerimin birinde anlattım. Hemen belirteyim ki, Özbeğen, asla bir Gürses değildir. Bu sanatçıların her birinin kendine özgü bir üslubu, yöntemi ve özelliği var. Tıpkı Selami Şahin'in, İbrahim Tatlıses'in, Ferdi Tayfur'un, Ümit Besen'in özgüllükleri gibi. Kibariye'nin farklılığı gibi. Ama biraz daha derinlemesine düşününce en azından ben kendi payıma hepsini birbirine bağlayan bir ortak payda bulabiliyorum. O ortak payda işte o söylediğim şeydir, bizim cazımızı meydana getirmeleridir. Doğrudan caz müziği yapanlar hemen kızmasın, söylediğime kulak versinler. Sonradan hayli entelektüel bir nitelik kazanmıştır, ama caz, başlangıcı itibariyle hiç de öyle bir özellik taşımaz. Bal gibi otantik bir müziktir. Kendi içinde uğradığı bir dönüşümden sonra bugünkü aşamaya erişmiştir. Bu da, 1930'ları bulur. Çünkü, o yıllarda gece kulüplerinin sayısı artmış, caz şarkıcısı diye yeni bir kategori, hayata karışmıştı. Bu biraz da modernleşmeyle, kentteki gece hayatının modernleşmesiyle ilgiliydi. Benzeri bir dönüşüm bizde de oldu. Sahne 1950'li yıllarda keşfedildi. Ama o sahnenin yenilenmesi, 1980 sonrasının kapitalistleşme sürecine denk düşer. Özal döneminin zenginleri, 1950'lerin 'hacı ağa' tipinden biraz daha farklıydı. Ne kentliydiler ne de köylü. Ama kente daha yakındılar. İşte Ferdi Özbeğen bu dönemde ortaya çıktı. 'Piyanist şantör' tanımı bu dönemde hayatımıza karıştı. Onların kapıdan girenleri selamlaması, "Falanca bey de aramızdalar," demesi bile bu yeni zenginlerin söz konusu hayata vurdukları damganın bir ifadesiydi. 2000'lerde hayat bir kere daha dönüştü. Yeni bir kent hayatı doğuyordu. Küreselleşme gelişiyordu. İnsanlar artık kimliklerini, ona bağlı olarak zevklerini, tercihlerini saklamıyordu. Hayatımızı 1970 sonrasında etkilemiş arabesk, şimdi üst sınıfların da gözdesiydi. Tatlıses bu dönüşümün en öne çıkmış ismiydi. Müslüm Gürses bu dekor içinde müziğini değiştirdi. Artık 'Türk sanat müziği' okuyordu. Teoman gibi çok farklı bir sanatçının yapıtlarını seslendiriyordu. Bu gelişme Ferdi Özbeğen/Ümit Besen tarzı müziği de, şovu da geriye itmişti. Doğaldı. Doğaldı, çünkü, o arada başka bir şey daha oldu: Televizyonlarda bu tür sanatçıların boydan boya göründüğü programlar başlamıştı. Tatlıses, örneğin saatler süren programlar yapıp, gazinoyu eve taşıyordu ve kanallar birbiriyle kıyasıya rekabet ediyordu.

MÜSLÜM GÜRSES NADİR BİR CAZ SANATÇISI
O hengame içinde ses, tını ve yorumda da zorlamalar başladı. Kulağı Türk müziğinin klasik icrasına alışmışların tüylerini ürperten bir 'yorum' ortaya çıktı. Tatlıses buna "Numara yaparak okumak," diyordu. Bir mezürü, üstünde dolaşarak tamamlanıyordu. Bu aynı zamanda Güneydoğu kültürünün gene hayatımıza karışmasıyla önümüze gelen bir 'durum'du. Türkü, uzun hava, barak icrasıyla Osmanlı müziği icrası iç içe geçiyordu. Makamsal müzik zorlanıyordu. Çok seslilik demeyeceğim, ama işte böyle 'fantezi icra' öne çıkıyordu. Oradaki 'sanat' insanların daha fazla dikkatini çekiyordu. İtiraz oldu falan, ama o arada atı alan Üsküdar'a geçti, bizim yerel caz müziğimiz, caz tınımız doğdu. Bugün şu yukarıda adını saydığım okuyucuların tamamı özgün Türk cazını oluşturuyor. Zaten caz nedir ki, bu yapılanın ötesinde? Tınının, melodinin 'çıldırtılmasından' başka nedir caz? Müslüm Gürses'i nadir bir caz sanatçısı sayıyorum. Nedeni basit: Ne okursa, onun okuduğunu derhal anlıyoruz. O kadar karakteristik. Ne okursa, kendine göre okuyor. O derecede şahsiyetli. Bu Tatlıses ve Kibariye için geçerli değil mi? Okudukları her şeyi kendi payıma dinleyemem, ama bazı icralarına kulak tıkamayı da anlayamam. "Caz yapma," teriminin hayatımıza ne zaman karıştığı üstünde, bilmem hiç düşündünüz mü?

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA