Türkiye'nin en iyi haber sitesi
METİN SEVER

İstanbul'un ruhu bedevileşti

İnsan yaşadığı kenti neden sever? O kentten neler ister, neler umar? Sadece iş ve ekmek kaygısı mıdır bizi yönlendiren. Yoksa anılarımız, çocukluğumuz, alışkanlıklarımız, o kentin imkanları ve ruhu mu? Yoksa bunların hepsi mi? Yoksa, bazen insan, terk edemediği bir ilişkinin peşinden sürüklendiği gibi, bir kentin peşinden de sürüklenir mi? Sanırım ikisi de doğru. Terk edemediğimiz ilişkiler gibi bırakıp gidemediğimiz kentlerimiz de var. Ve İstanbul gittikçe böyle oluyor. Terk edemediğimiz ilişkinin ruhumuzu matlaştırması, enerjimizi alması gibi; İstanbul da üstümüze üstümüze geliyor. Keçi boynuzu gibi, bir tat için bir çuvalını yemek zorunda bırakıyor bizi. Bir an için İstanbul'un tamamını göz önüne getirin. Ucu bucağı belli olmayan bir kent, trafik keşmekeşi, yükselen gökdelenler, bir 'AVM Cumhuriyeti!' Yaşanan ise bir kovalamaca ve yakalayamama, bir doldur boşalt oyunu.

***

Geçenlerde Almanya turizminin en büyük etkinliği GTM Germany Travel için Stuttgart'daydım. Hayatın yavaş aktığı 700 bin nüfuslu yemyeşil bir şehir. Sadece Stuttgart değil, trenle Mühih'e giderken de durum aynıydı. İki saat boyunca kasabalardan, kentlerden geçtik. Her yer yemyeşildi. 80 milyon nüfuslu 356 bin kilometre karelik bir ülkeden söz ediyorum. Yani bizden küçük ve bizden kalabalıklar. Sonra bizi düşündüm. Edirne'den sonra ilk yeşilliği kaç saat sonra görebiliriz acaba. Oradan İstanbul'a bakınca çöl fırtınasına yakalanmış bedeviler gibiyiz. Sığınacak vahalar arıyoruz. Bedevi sözünü özellikle kullandım. Gerçekten İstanbul'un ruhu bedevileşti. Tarihin tam göbeğinde göçmen bir ruh, göçer bir ruh yarattık. Doğanın bir parçası olduğumuzu unuttuk. Kuşların nereye sığınacağını hiç düşünmedik. Kuşların gidişinin bizi yoksullaştıracağını da. Ve insan nasıl ki, gidemediği ilişkilerde derinde bir nehir gibi akan özel tarihe ve geçmişine sığınıyorsa; gittikçe çölleşen İstanbul'da da gelip, en büyük vahaya, Boğaz'a sığınıyor. Boğaz o muhteşem haliyle bizi kirlerimizden arındırıyor sanki. Cemal Süreya, Ankara için yazmıştı: "Denizi su sanırlar. Suyu görmek için göllerin kıyısına gidersiniz ama su ufka uzanmaz. Bir suyu deniz yapan ufuk yoktur Ankara'nın göllerinde. Oysa ne önemlidir suyun hiç bitmemesi ve uysal bir sevgili gibi gökyüzüyle birleşmesi" der. Galiba başımız sıkıştığında bu nedenle Boğaz'a koşuyoruz. Boğaz sadece su değil çünkü. Denizdir, umuttur, hoyratlığa dirençtir, ufuk çizgisiyle birleştiği noktada size hep bir çıkış olduğunu işaret edendir. Sarıp sarmalayandır. Ve galiba, insan sonunda gelip, hep akarsuyun başında sağaltıyor kalbini. Sanırım bu yüzden içinden 'nehir' geçen aşklar da, içinden nehir veya deniz geçen kentler de daha kıymetli oluyor. Belki de, bir gün her şey gibi ilişkilerin de kentlerin de çoraklaşacağı ve kalbi sağaltmak gerekeceğinin kadim bilgisidir bu!

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA