Türkiye'nin en iyi haber sitesi
TAHA ÖZHAN

BM'de farklı bir Türkiye

Bu sene gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler toplantılarının resmi ve gayri resmi gündemine "Arap Baharı" damgasının vurulacağı aylar öncesinden ortaya çıkmıştı. Erdoğan'ın "Arap Baharı"nın fiili sonuçlar ürettiği üç ülkeyi ziyaret ederek BM toplantılarına katılmasıyla, Türkiye gündemini dünya gündemiyle örtüştürdü ve tartışmaların merkezine oturdu. Somali, Mısır, Tunus ve Libya ziyaretlerinin sağladığı mukayeseli üstünlük BM görüşmelerinde, gündeminde ve kulislerinde kendisini hissettirdi. Aynı şekilde, Türkiye, Arap Baharı rüzgârının yanında, BM'de gündeme gelecek olan "Filistin devletinin tanınması" meselesini de aylar önce gündemine almış ve diplomatik adımlar atmış olmasının avantajını da sonuna kadar kullanmaktan geri durmadı. Türkiye'nin, BM ile daha bu aybaşında Palmer raporu üzerinden karşı karşıya gelmiş olması da, İsrail'in Mavi Marmara katliamını daha güçlü bir şekilde dünya gündemine taşımasına katkı sağladı. Sözün özü, "BM düzeninin" yapısal ve siyasi sorunlarını bir kenara not ederek, eğer BM toplantılarından ciddiye alınabilecek neticeler bekleniyorsa, Türkiye, büyük ölçüde gündemin arzuladığı şekilde oluşmasını sağlamış oldu.

Komşularla sıfır sorun politikası
Arap baharı vesilesi ile Türkiye'nin dış politikası önemli bir testten geçmektedir
. Ortaya çıkan siyasi boşluğun şekillenmesinde ciddi bir aktör olacağı aşikâr olan Türkiye, yıllar sonra bölgesel düzenin kurucu bir unsuru olmaya doğru yol almaktadır. "Komşularla sıfır sorun" yaklaşımının meyvelerini tam da bugün toplamaya başlayan Türkiye, yeni bölgesel düzenin bütün zorluklarıyla yüzleşmek zorunda kalacaktır. Bu zorluklar, Irak işgaliyle beraber başlayan dış politika hareketliliğinin karşılaştığı badirelerden çok daha çetin olacaktır. Dış politika yapım süreçleri büyük oranda uzun vadeli ve makro hedefleri gözetir. Belli dönemlerde ve durumlarda ise kısa veya orta vadeli menfaatlere yoğunlaşır. Genellikle kullanılan metotlar dinamik; referans alınan prensipler statiktir. Bu meyanda, son dönem, özellikle Suriye ile yaşanan gerilim dolayısı ile "komşularla sıfır sorun" yaklaşımının bu zor süreç öncesinde iflas ettiği dillendirilmektedir. "Sıfır sorun" prensibini ısrarlı bir şekilde bir cebir mevzusu olarak okuyan bu yaklaşım tarzı, temenni edilen hedef ile amaca ulaşmak için kullanılacak metotları birbirine karıştırmaktadır. Oysa, "sıfır sorun" iddiasının cebirsel bir iddia olmasının "tarihin ve siyasalın sonunu" ilan etmek kadar absürt olacağını gözden kaçırmaktalar. Hâsılı kelam, "sıfır sorun" idealize edilmiş bir hedefe ulaşma "temennisi" iken; zaman zaman değişen olumlu olumsuz dış politik ilişkiler "temin" edici dinamik adımlara tekabül eder. Dolayısıyla Suriye ile yaşananlar ilk anda dış politika prensiplerimizi sorgulamayı değil, öncelikli olarak metotlarımızı gözden geçirmemiz gerektiğine işaret eder. Bugün yaşanan süreç tam da bu yeni duruma denk gelmektedir. "Sıfır sorun" yaklaşımının ürettiği dinamikler son yıllarda yoğun bir şekilde kullanılmamış olsaydı, Türkiye'nin bugün Arap Baharı rüzgârından bu denli meşru bir şekilde faydalanması da söz konusu olamazdı. Özellikle Suriye'deki Baas rejimi, Türkiye üzerinden her alan kazanma hamlesi yaptığında, kendi sosyolojisinin Türkiye ile eklemlendiğini fark edemedi. Halklar arasında oluşan yoğun ticari, entelektüel, kültürel ve turistik ilişkiler kriz sırasında çok değerli adımlara dönüştü. Sadece vize rejiminin önce çok gevşetilmesi, ardından da kaldırılmasıyla, bir kaç yıl içerisinde, milyonlarca insan karşılıklı alışverişlerde bulundular. Tek başına bu etkileşimin bile Suriye'de oluşturduğu etki, yirmi yıl sonra toparlanmaya çalışan Baas karşıtı muhalefetin yurt olarak Türkiye'yi seçmesine yetti. Özetle, dün komşularla sorunsuz bir ilişki hedeflenmemiş olsaydı bugün Arap Bahar'ına bu kadar meşru ve doğal bir şekilde destek verebilen ve alabilen bir Türkiye ortaya çıkmazdı. Öyle ki, bölgemizde en sert İsrail karşıtlığıyla bilinen ülkeler, benzer bir meşru zeminden yoksun olduklarından; Türkiye'nin yeni Ortadoğu düzenindeki kurucu aktör rolünün çok gerisine düşerek, Camp David düzeninin sıradan bir aktörü konumunda kalıyorlar. Türkiye, son yıllarda yürüttüğü politikalarla, hem bölgemizdeki aktörler hem de Amerika ve Avrupalı aktörler için oldukça ilginç bir dinamik haline gelmiş durumda. Bölgesel aktörler Türkiye'nin meşru siyasi talepleri karşısında; küresel aktörler ise hem İsrail konusunda ret edilemeyen itirazları hem de bölgesel düzenin eskisi gibi olmayacağına yönelik haklı çıkışları karşısında statüko ve değişim arasına sıkışmaktalar. Bu sıkışmadan değişim lehine de statüko lehine de tercihte bulunsalar, Türkiye açısından kazançlı bir durum ortaya çıkmaktadır. Statüko tercihleri Türkiye'yi daha meşru; değişim tercihleri de daha haklı bir aktör pozisyonuna sokmaktadır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA