Türkiye'nin en iyi haber sitesi
TULU GÜMÜŞTEKİN

Türk siyasetinde iktidar olmak

2002 seçimlerine ve AK Parti'nin tek başına iktidara gelmesine kadar, Türkiye'de iktidar değişmezdi. Siyaseten, 1946'dan bu yana çok partili seçimler yapılır, bu seçimler sonunda iktidar el değiştirebilirdi. Ne var ki, iktidara daima ülkenin "asıl" sahipleri gelir, güvenoyu alan hükümetlerin manevra alanı çok kısıtlı olurdu. Yatırımlar, temel iktisadi ve siyasi seçimler pek hükümetlere bırakılmazdı. Bunun bir safsata, bir şehir efsanesi ya da bir komplo teorisi olduğunu iddia etmek bugün artık çok zor.
Devlet işleyişi, 1960'tan bu yana yanlış kurgulandı ve daima yurttaş, siyasetçi, hakkını arayan birey "çocuklaştırıldı." Tek başına ne yapacağını bilemeyen, güdülmeye muhtaç bir "alt kişilik" olarak ele alındı. Bu topluma hep bir "vasi", bir kontrol mekanizması gerektiği söylendi, bu sistem dayatıldı. Vergi ödeyerek devletten hizmet bekleyen bir toplumun yerine, vergi ödemekten mümkün nispette kaçarak devletten ulufe bekleyen bir toplum oluşması tercih edildi.
Hükümetler gelir geçer, devletin bekası esastır türü bir anlayış kökleşti. Seçimlere, devletin bu garip işleyişine dokunulmadığı sürece tahammül edildi. Sıklıkla seçimlerle oluşan iktidarlar, ya açık silahlı darbelerle ya da yarı gizli muhtıra, tehdit ve manevralarla devrildi. Bu işleyiş ve devlet yapısı, iki büyük felaketle son nefesini verdi: 1999 depremi ve sonrasında yaşanan devlet sisteminin aczi, yurttaşların kendi kendilerine örgütlenerek kurtarma çalışmalarını düzenlemeleri, ilk büyük uyanışı oluşturdu. İkinci felaket, 2001 ekonomik ve finansal krizinin patlaması, bunun yönetilmesinde gösterilen acizlik oldu. Ertesi yıl yapılan erken seçimlerde bütün müesses partiler, seçmen tarafından tarihin karanlıklarına gömüldü. Bir daha da geri dönemediler.
2002 seçimleriyle gelen AK Parti iktidarı ve Başbakan Tayyip Erdoğan, bu "vesayet" sistemiyle mücadele edebilmek için demokratik reformların, AB bütünleşmesinin, kalkınmanın, Kürt sorununu çözmenin, azınlık haklarına saygı duymanın, dar gelirlilerin yaşam koşullarını, sağlık ve sosyal yardım sistemlerini iyileştirmenin yolunu seçti. Her seçimde, toplumdan artan bir destek aldı. Vesayet sistemi giderek aldığı darbeler sonucu yok oldu. Ne var ki, özgürlük söylemi ardına saklanarak eski vesayeti hatırlatan bir döneme geri dönmek isteyenler, yeni vasiler arayıp bulma peşine düştüler. Silahlı kuvvetler gündelik siyasetten çekildi, işitmedikleri laf kalmadı, "kâğıttan kaplan" olmakla itham edildiler. Cumhurbaşkanlığı demokratik bir kurum haline geldi. Aynı biçimde Anayasa Mahkemesi, YÖK gibi kurumlar devlet içinde hükümete karşı muhalefet enstrümanı olarak artık kullanılmıyorlar.
Ancak "devlete yaranmayı" alışkanlık edinmiş kesim, her zaman olduğu gibi hükümete rağmen iktidar olmaya çalışıyor. Bu defa, tarihimizde hiç görülmemiş bir "Cemaat" vesayetinden medet umuldu. Yeni vesayet odakları olarak, bir demokrasinin en önemli kurumları olan Yargı ve Güvenlik güçleri içinde örgütlenen, anti- demokratik bir yapıya güvenilerek sözüm ona siyaset mücadelesi veriliyor. İnanılır bir durum değil. Bir Ağır Ceza Mahkemesi, Meclis'in çıkardığı yasayı beğenmeyerek reddetme gücünü kendinde bulabiliyor. Ekmek almaya giden bir çocuk, neden aşırı olduğu anlaşılamayan polis şiddeti yüzünden yaşamını kaybedebiliyor. Bu nasıl bir mücadele? Şantaj ve iftira ile demokratik standartların yükselmesi mi sağlanıyor? Bunun arkasındaki kişiler kim? Sorumlulukları ne? Bu provokasyonlardan hangi medet umuluyor? Devlet sırlarını birbiri ardından ifşa etmenin kime yararı var? Devlet kimin için var? Toplumun geniş kesimleri için mi, yoksa bu ülkenin bilemediğimiz başka sahipleri için mi?

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA