Türkiye'nin en iyi haber sitesi
TULU GÜMÜŞTEKİN

Halkın demokratik iktidarı

Türkiye' de, demokratik iktidar ve rejim daima sorun oldu. 1961 Anayasası, yürütme erkinin başkanı olarak Başbakanı tanımlamış olmasına rağmen, gerek Silahlı Kuvvetlerin vesayet merakı, gerek Türkiye'nin Tanzimat'tan beri süregelen bürokratik cendere dışına çıkamama geleneği, dış siyaset başta olmak üzere her alanda, seçilmiş hükümetlerin ve iktidarların manevra alanını daralttı. Alınması gereken önemli kararları ya erteledi ya da sabote etti.
Bunun örnekleri sayılamayacak kadar çok. Avrupa Birliği ile olan ilişkiler, bu "iktidarın iktidarsızlığı" denebilecek süreçten büyük zarar gördü. AB'nin yeniden kurgulandığı Aralık 2000 Nice zirvesi, Türkiye'nin bu aczine en iyi örneklerden birini oluşturur. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, AB'nin o dönem 15 üyesi ülkenin ve aday olan 12 diğer ülkenin hükümet ve devlet başkanlarıyla buluşmak için Fransa'ya hareket etti. Kürt sorunu üzerinde giderek artan biçimde "özgürlüklerin genişletilmesi" konuşulduğu bir dönemdi. AB'nin, Türkiye'deki demokratik işleyişin Kopenhag kıstaslarına uyması konusunda ciddi endişeler taşıdığı ve bu konuda önemli açılımlar beklentisini saklamadığı bir toplantı, Başbakan Ecevit'i beklemekteydi.
Başta ben olmak üzere, AB ile ilgili alanlarda çalışan herkes, bu tarihi zirvenin Türkiye açısından nasıl bir sonuç vereceği konusunda nefesimizi tutmuş bekliyorduk. Başbakan'ın seyahati başladığı gün, bütün gazetelerde, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kıvrıkoğlu'nun bir demeci manşetlerdeydi: "Ana dilde eğitim, bölünmeye yol açar." Ecevit uçaktan indiğinde, AB zirvesinde neleri konuşmaması gerektiğini anlamıştı. O dönemde, seçilmiş bir Başbakanın böylesi bir meydan okumaya karşı sessiz kalamayacağı, geri döndüğünde Genelkurmay Başkanının istifasını isteyeceğini aramızda tartıştık. Beş gün süren zirvenin daha ikinci günü, AB liderleriyle doğru dürüst görüşme dahi yapamadan Ankara'ya dönen Başbakan'dan hiçbir ses çıkmadı. Genelkurmay Başkanı, belki medya aracılığıyla vermiş olduğu ders iyi anlaşılmamıştır diye Başbakanı mekânında ziyarete giderek bir de yüzüne söyledi, ziyaret sonrası Başbakan'ın yegâne tepkisi "Genelkurmay Başkanımızın haklı endişelerini anlıyorum" türü bir açıklama yapmak oldu. Çok değil, 14 yıl önce Türkiye böylesi bir yönetişim girdabında çaresizdi. Karşılığını bütün Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri AB'ye alınırken dışarıda bırakılmakla ödedik, hâlâ ödüyoruz.
Başbakan Erdoğan, böylesi bir vesayet siyasetine ilk günden itibaren sağlam durarak, Türkiye'nin yeni bir döneme girmesini sağladı.
Türkiye'de çok uzun zamandır süren "halkın seçiminin iktidar olamaması" acizliğine son verdi. Bu yolda sadece Silahlı Kuvvetlerin ve yüksek yargının gündelik siyasete müdahalesini sona erdirmedi, siyaset dışı kuruluşların "paralel" vesayetiyle de mücadelesini sürdürüyor. Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimi, sadece bir adayın seçmenin teveccühüyle en üst makama gelmesi olmayacak. Değişen dünyada, çevremiz bir savaş alanına dönmüşken, önümüzdeki onyılların enerji, ticaret ve üretim haritası çizilirken, Kürt sorunu bir çözüme yol alırken, Türkiye'nin iç siyasetin girdabına yeniden düşmemesi, vesayetlerin prangalarına yeniden vurulmaması hayati önem arz ediyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, uyguladığı siyasetin "kurumsal hale gelmesiyle", Türkiye'de "kalıcı biçimde demokratik iktidar olma" sürecini sağlamlaştıracaktır. İlk adımda halkın oyuyla Cumhuriyetin en yüksek makamına seçilmesi, sonra temelleri atılacak büyük siyasi, sosyal ve ekonomik reform şantiyesinin ilk tuğlasını oluşturacak.
Bunu yapmaya talip olan, yapabilecek olan tek bir aday var ve 10 Ağustos'ta ilk turda seçilmek için gene halkın desteğini isteyecek.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA