Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Zaman ne 1930'larda ne de 1918'de durmadı

Türkiye post-Kemalist dönemin düşünsel alt yapısını oluştururken, eski söylem ya da onun bütünüyle reddi kısır döngüsünü aşmalıdır

Türkiye post-Kemalist döneme geçiş sancılarını oldukça ağır biçimde yaşamaktadır. Uzun yıllar ideokratik ve logokratik söylemler tekrarlattırılarak, olması gereken bir dünyada yaşattırılan toplumumuzda "kralın çıplak olduğunun" dile getirilmesi, fazla da şaşırtıcı olmayan şekilde, açılan bir Pandora kutusu etkisi yapmıştır.

Kısır döngümüz

Bunun doğal neticesi olarak, otoriter ideokrasi ve onu takip eden vesayetçi logokrasi dönemlerinin yukarıdan aşağıya sağlanan kontrollü dinginliği yerini her kavramın, kimliğin, paradigmanın ve ilkenin toplumun her kesiminde sorgulandığı bir kaynayışa bırakmıştır.
Bazıları tarafından tehlikeli görülen bu sorgulama ve arayışın gerçekte sağlıklı olduğu şüphesizdir. Buna karşılık yeni yönelişler aranırken, benzeri söylemlerin birkaç nesil boyunca tekrattırıldığı her toplumda olduğu gibi, Türkiye'de de bir kısır döngüyle karşılaşılmakta ve eski söylem ile onun bütünüyle reddi temel seçenekler olarak tartışılmaktadır. Bunda "kendimize özgülük" ve sorunlarımızın "benzersiz" olduğu varsayımlarının da önemli etkisi olduğu şüphesizdir.
Bu çerçevede toplumun bir kesimi eski söylemin yarattığı sanal dünyanın ortadan kalkmasının bir felâket senaryosunu gündeme getireceğini ileri sürmektedir. O söylem gerçekliğe uyum gösterememekle birlikte, gerçeklik o denli korkutucudur ki, her ne pahasına olursa olsun, sanal âlemde yaşamayı sürdürmemiz gereklidir.
Buna cevap olarak geliştirilen yaklaşım ise gerçeklikle baş edilebilmesinin tek şartının eski söylemin karşı tezini yaratmak olduğunu savunmaktadır. Buna göre eski söylemin paradigmaları ve ilkelerinin kavramsal düzeyde reddedilmesi, yerlerine yenilerinin geçirilmesi gerekmektedir.
Post- Kemalist Türkiye arayışında temel olarak bu iki yaklaşımın çatışması nedeniyle karşılaşılan iki ciddî sorun bulunmaktadır. Bunlardan birincisi eski söylemin temel sorununun "ilkeler"den ziyade onların yorumları olduğunun gözardı edilmesidir.
İkinci sorun ise 1930'ları altın çağdaşlaştırarak günümüzdeki meseleleri o döneme geri dönerek çözebileceğimizi savunan bir söylemin karşı tezi olarak 1918 öncesinin temel bir alternatif haline getirilmesidir. Her iki sorun da Türkiye'nin kabuk değiştirerek önemli atılımlar yapması önünde ciddî engeller oluşturmaktadır.

Sorun ilkelerde mi?

Otoriter ideokrasinin ve vesayetçi dönemin logokratik söyleminin temel sorunu ilkeleri değildir. Örneğin toplumun rejim olarak "cumhuriyet" ile herhangi bir meselesi yoktur. Türkiye'de başka bir rejim özlemi içerisinde olan geniş toplumsal katmanlar da bulunmamaktadır. Sorun "cumhuriyet" değil, ideokrasinin Fransız Üçüncü Cumhuriyeti'ndekine benzer bir "cumhuriyetçilik" geliştirmiş olması, bunun ise daha sonra Debray'nin tezleriyle desteklenen "demokrasinin alternatifi ve onunla uzlaşması mümkün olmayan cumhuriyetçilik" yorumuna evrilmiş bulunmasıdır.
Benzer bir şekilde sorun bir ilke olarak laiklikte değil, "dindarlık"ı sekülerliğin karşı tezi olarak gören ve bu nedenle de bastırmaya çalışan yorumdadır. Jean-Paul Willaime'ın deyimiyle "laikliğin laikleştiği" dünyada, düzenleyici laiklik yerine savaşçı laikliği tercih eden söylemin sürdürülmesi "İki Türkiye" yaratmakta ve toplumu anlamsız bir çatışma içine sokmaktadır.
Bunların da ötesinde eski söylemin tekil ve dışlayıcı "modernlik/ çağdaşlık" yaklaşımı, farklı modernlikler yaratabilmiş bir toplum için fazlasıyla geri kalmıştır ve gereksiz bir bölünme yaratmaktadır. Burada da sorun "modernleşme" değildir; ona yönelik ciddî bir muhalefet de yoktur.
Dolayısıyla eski söylemin aslî sorunu ilkeler ve temel tezler değil, bunların yorumlarıdır. Bu yorumların günümüz gerçekliğine ve ihtiyaçlarına cevap verememesi, toplumsal çatışmaya neden olması ilkelerin reddini, onların olmadığı bir dönemin model alınmasını gerektirmemektedir.

Osmanlı alternatif mi?
Eski söylemin 1930'ları altın çağdaşlaştırması ve kendisini "Osmanlı çağdışılığı" tezi üzerinden meşrulaştırması, bilhassa Türk muhafazakârlığının 1918 öncesini onun en ciddî alternatifi haline getirmesine yol açmıştır.
Bu yapılırken eski söylemin analizi taklit edilmekte, buna karşılık "Osmanlı-Cumhuriyet" savaşımının "iyi" ve "kötü" aktörlerinin yerleri değiştirilmektedir. Bunun neticesinde ise Osmanlı toplumsal düzen ve örgütlenmesinin güncel sorunlara daha anlamlı cevaplar verebileceği savunulmaktadır.
Burada, belki de farkında olmadan, eski söylemin paradigmalarıyla yapılan bir altın çağdaşlaştırma söz konusudur. Erken Cumhuriyet'in kopuş ve Cumhuriyet- Osmanlı çatışması tezlerinin tarihî süreci çarpıttığı ve onun içinde yaşanan dönüşümleri anlamamızı güçleştirdiği ortadadır. Erken Cumhuriyet ideolojisinin meşruiyet kazanma amacıyla son dönem Osmanlı toplumunu bir ortaçağ göçebe aşireti biçiminde kavramsallaştırması, bir Osmanlı modernliğinin yaratılmış olduğunu inkâr etmesi bunu imkânsız kılmaktadır.
Bu "kopuş temelli" yaklaşımın geçmişten bir laboratuvar olarak istifade edilmesini de önlediği ortadadır. Ancak buradan yola çıkarak günümüzde Osmanlı'nın 1930'larda yaratılan bir ideolojinin alternatifi haline getirilmesi, 1918 öncesinin altın çağdaşlaştırılması da anlamlı değildir.
Osmanlı dünyasını yirmi birinci asırda yeniden kurabilmek imkânsızdır. O dünyanın ortadan kalkması sonrasında yaşanan gelişmeleri yok addedebilmek ve paranteze alabilmek de mümkün değildir. Bunun yanısıra 1918 öncesi romantikleştirilirken, bu dönemde de sorunlara cevap verilemediği gözardı edilmemelidir.
1908-18 dönemini de Cumhuriyet parantezine ekleyerek faturayı İttihad ve Terakki'ye ödetmek de bu gerçeği değiştirmez. Makedonya Sorunu'nun, 1908 öncesinde, Vietnam Savaşı'na kadar tarihte görülen en kapsamlı gerilla savaşını doğurduğu, 1895 ve 1896 yıllarında Ermeni olayları ve katliamlar nedeniyle büyük devletlerin iki kez nümayiş-i bahrî ve müdahalenin eşiğine geldikleri unutulmamalıdır.

Düşünsel altyapıyı nasıl oluşturalım?
Dolayısıyla Osmanlı geçmişi bize fevkâlâde bir laboratuvar olarak hizmet edebilir; ama günümüz sorunlarını artık varolmayan bu dünyanın paradigmaları çerçevesinde çözebilmemiz mümkün değildir. Benzer şekilde Erken Cumhuriyet söyleminin temel sorunu ilkeleri değil onların yorumlanış biçimidir.
Türkiye'nin post-Kemalist dönemin düşünsel alt yapısını oluştururken zikrettiğimiz "sanal âlem mutluluğu- 1918 öncesinin emperyal huzuru kısır döngüsü"nün dışına çıkması, uzun dönemleri hiç yaşanmamışlarcasına parantezlere almanın mümkün olamayacağını ve günümüz sorunlarına kalıcı çözümlerin ancak zamanımızın ruhu çerçevesinde getirilebileceğini kavraması gerekmektedir.
Bunun temel şartları ise "altın çağdaşlaştırmanın" terki, kendimize özgülüğün bir kenara bırakılması ve zamanın ruhunun anlaşılabilmesidir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA