Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Ömer Uluç'un gizleri

İtiraf edeyim ki, eğer Bebek Camii avlusunda o kadar değer verdiğim Prof. Cevat Erder kolumdan çekip, sosyolojik araştırmalarına tek kelimeyle hayran olduğum Prof. Sema Erder'in ve arkadaşlarının yanına götürüp İstanbul Nazım Planı için yapılan çalışmalarda oynadığı büyük rolü anlatmasaydı ben de Ömer Uluç'u sadece ressam olarak bu yazıda anacak ve o minval üzere bir şeyler söyleyecektim. Fakat gerek bu iki dostum gerekse diğer çok değerli planlamacılar Ömer'le ilgili, yaklaşık 25 yıllık dostluğumuz içinde kendi ağzından tek kelime duymadığım bu mühendislikplanlamacılık yaşamı hakkında öyle şeyler söylediler ki, hayretler içinde kaldım.
Nazım Plan'ın bir Dünya Bankası projesi olarak başladığını, Ömer'in planlama çalışmalarına katılacak en yetenekli, birinci sınıf Amerikalı uzmanları seçip getirdiğini, müthiş bir şeffaflık içinde çalıştığını anlattılar. Cevat Bey iki nokta koydu. Birincisi adamın su katılmamış, hiç dönmemiş, asla vazgeçmemiş bir Marksist olduğunu söyledi. 'Türkiye'nin en entelektüel Marksistiydi' dedi. Sonra da bugünkü İstanbul söz konusu olunca 'plan hedefleri tuttu' dedi. Ben Ömer'den hiç bunları duymadığımı belirtip şaşkınlığımı bildirince Mete Bey 'dünyanın en alçakgönüllü adamıydı' yargısını getirdi. Bu nazım plan macerası yazılmayı bekliyor. Sema Erder ve arkadaşlarınındır bu sorumluluk.
Onunla Ankara, İstanbul, Paris'te oturduk, çok uzun sohbetler yaptık. Ben de hayata onun gibi bir inşaat mühendisi olarak başladığım için sonraki sıçramaları dikkatimi çekmişti. Amerika yıllarını söz konusu ettik, Afrika'dan söz açtık ama İstanbul'daki 'ön' zamanlar kopuktu. Bu demektir ki, planlama bürosundan çıkıp Nijerya'ya gidince yeni bir hayata başlamıştı, bu hayatla birlikte arkasında Türk hikâyesinin bana göre en avangart ve farklı yazarı olan Sevim Burak'la evliliğini de bırakıp bugün demirlediği suya yelken açmıştı. Daha önce bir resim macerası yoktur denemez, o saçmalamak olur. Ama kendisinin bana söylediği gibi, Afrika sonrasında 'sorunlarını çözmüş' ve resimle yoğrulmağa başlamıştı.
Ömer Uluç'un bir ressam olarak önemini şu yukarıda değindiğim özelliklerinde aramak gerekir. Benim için her zaman hayati derecede vazgeçilmez önemde olan üç unsur onda mevcuttu: olağandışı bir zekâ, kültür, entelektüel merak ve heyecan. Ömer belki aile sosyolojisi, belki eğitimiyle bir sentez kurmuş ve bizim entelektüel hayatımızda çok az görülen bir birikime ulaşmıştı. İlk karşılaşmamızda uzun uzun, o kadar çok sevdiğim Morris Louis'in resmi üstünde konuşmuştuk. Hayret etmiştim. 80'lerin ortasındaydık ve kimse Türkiye'de Amerikan resminin a'sını bilmiyordu. Resmini farklı kültürel arayışların kesişme noktasında kurmayı belli ki, daha başlangıçta kafasına koymuştu.
Yakın dostu eleştirmen Sezer Tansuğ onun resminde Bizans ikonografisinden gelen izler arardı. Doğrudur. Fakat ben bu izlerin daha çok son dönem görselliğinde öne çıktığı kanısındayım. Bu, Ömer Uluç'un resminin kültürel bir arka plana yaslandığını gösterir ki, buna bir diğer örnek, Afrika görsel kültürüne dönük uzak temaslardır. Galeri Nev'in zamanında yayınladığı Armalar kitabının bu bakımdan çok açıklayıcı olduğu kanısındayım.
Şimdi bu söylediklerimi daha derli toplu anlatayım. Bizim resmimiz son tahlilde figürcüdür. Soyut resmin yaşama şansı neredeyse hiç olmamıştır. 1970'ten sonraki görsellik ise çağdaş sanata dokunduğu yerde bile büyük bir figür hegemonyası altındadır. Ömer de bu figürcülükten hiç vazgeçmedi. Fakat onun büyük başarısı yaşıtları, kuşaktaşları gibi figürü figür olarak tutmamak, onu alabildiğine soyutlamaktı. Ve bu soyutlamayı farklı kültürlerden iz sürerek gerçekleştirmesiydi. Bizans, Osmanlı, Doğu minyatürleri, Amerikan, Afrika sanatları. O çok aradığımız ve ne olduğunu bilmediğimiz 'sentez' maceramıza büyük bir katkıdır bu.
İkincisi, Ömer Uluç yaptığıyla yetinmeyen bir sanatçıydı. İstanbul, Amerika, Afrika, Avrupa macerası neyse, o göçebelik neyse resminin son dönemde tuvali zorlaması oydu. Figür bütün soyutluğuyla tuvalden çıktı üç boyutlu bir gerçekliğe dönüştü, bazen tekrar tuvale geri döndü, bazen bambaşka bir varlık oldu. Bu bir yandan sanat tarihinde sürekli sorgulanan tuval olgusunun dönüştürülmesiydi, bir yandan da Ömer Uluç'un çağdaş sanata dönük yüzüydü. Hem tuval, hem figür hem de ötesinin bu ölçüde bir arada oluşu onun büyük macerasının bir gerçeğidir.
Kahkahası, içkisi, karizması tamam; çok etkileyiciydi ama bu kadar önemli bir sanatsal ve entelektüel serüven üstünde düşünmek değil midir asıl yapılması gereken? Neyi kaybettiğimizi şimdi ben daha iyi anlıyorum.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA