Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Kürt barışı: Yeni egemenlik anlayışı

Dün ulusal egemenlik bayramı kutlanırken fark ettim ki, kimse üstünde çalıştığımız Kürt barışına bu açıdan, egemenlik yönünden yaklaşmıyor. Oysa tam manasıyla bir egemenlik sorunudur Kürt barışı. Ondan bir adım ötesi de var. Yeni bir anayasa yapmak istiyoruz. Yeni anayasa her ne kadar başka maddeleri ele alacaksa da neticede egemenlik kavramını dönüştürecek. Öyleyse, yani eğer yeni anayasa Kürt kavramını, sivil yurttaşlık temelinde yeniden biçimlendirecekse bunu egemenlik dışı bir konu diye görmek olanaksız.
Açıklamaya çalışayım.

***

Zor bir kavram egemenlik. Uzun ve büyük bir tarihi var. Çağdaş dünyada iki önemli ismin damgasını taşıyor. Bunların ilki egemenliğin (daha doğrusu egemenin) mutlak ve bölünmez olmasını isteyen Hobbes'tur.
Hobbes'un görüşünü Rousseau aştı. Çünkü egemenliği herhangi bir kurumun, kişinin tekelinde olmaktan çıkardı. "Halk egemenliği" (popular sovereignty) kavramını geliştirdi. Yeni siyasal düzen bu kavramla biçimlendi. Rousseau, egemenliği tanımlarken onun genel olduğu için bölünmez, sadece genel çıkarlar doğrultusunda sınırlandığı ve hak temeline yaslandığı için yanılmaz, ancak yasalarla uygulanabildiği için meşru olduğunu belirtiyordu. Demokratik dünyada bu çerçeveyi benimsemeyen bir tek devlet bulunamaz. Fakat ortada iki önemli sorun var. Birincisi, 1648'de imzalanan Westphalia Antlaşması her ülkeyi kendi sınırları içinde egemen olarak tanımladı. O diğer ülkelerin egemenliğine müdahale etmeyecekti, diğer ülkeler de onunkine. "İç işleri" kavramının özü budur.
Ne var ki, kendi içinde kaynağını halk olarak görse ve egemenliği halka ait saysa da egemenliğin mutlaklaşması manasına gelir bu model. İkincisi, böyle bir çerçeve ister istemez Hobbes'un o şedit egemenlik tanımını devletle özdeşleştirir ve mutlaklaştırır, devlet egemenliğin taşıyıcı kurumu niteliğini kazanır ve "iç işleri" diyerek astığı astık, kestiği kestik bir otoriteye ulaşır.
***

Türkiye, cumhuriyetle birlikte Rousseaucu bir anlayışı benimsedi. Egemenliği Tanrısal/ dinsel olmaktan çıkarıp halka/ millete ait saydı. (Din, yönetim erki bakımından halkı yok saymıyor ama o başka bir konu...) Buna mukabil, Hobbescu bir devlet anlayışını asla aşamadı. Darbelerden tutun partiler yasasına kadar hiçbir düzeyde egemenliği paylaşmadı, bölüşmedi. Anayasaları da bu nedenle asla sivil olmadı.
Başka bir şey daha olmadı: 1989'da Berlin Duvarı yıkılınca Westphalia anlaşması da bir manada sona erdi. Küresel demokrasi anlayışına geçildi. Artık "iç işimdir" diye hiçbir devlet diğerinin müdahalesine kapalı kalamayacaktı. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler söz konusu olduğunda küresel bir egemenlik devreye girecekti. Tam bu işler olurken Türkiye askeri darbelerin uygulama ve tesiri altındaydı. Kürt sorunu kanlı bir savaş olarak devam ediyordu. Hem her şeyi iç işleri diyerek hasıraltı ediyordu Türkiye, hem de devlet tekelindeki egemenliği paylaşmaktan kaçınıyordu.
Oysa şimdi, "Kürt realitesi"ni her düzeyde kabul ederek ve bu gerçeği yurttaşlık tanımıyla anayasasına taşımaya hazırlanarak açıkça yeni ve olması gereken bir egemenlik anlayışına doğru yol alıyor. O nedenle diyorum ki, baştan beri, Kürt barışı sağlanırsa Türkiye'de devlet de ona bağlı diğer sorunlar da değişecektir.
Kürt sorunu Türkiye'nin geç kalmış, Westphalia sonrası küresel demokrasi adımıdır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA