Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Cehennem edebiyatının ateşi...

1950 ve 60'larda verilen Nobel edebiyat ödüllerine bakın, iki önemli izlek göreceksinizdir. Ya Avrupa düşüncesini (Hıristiyan, mistik ama mutlaka metafizik bir temelde) yorumlayan, yeniden kurgulayan yazarlar alır ödülleri ya da politik olarak dünyayı değiştirmeye ahdetmiş yazarlar. Yanlış sayılmaz bu tercih. Dünya büyük bir savaştan çıkmış, yeniden bir büyük savaşa girmiştir: Soğuk Savaş. Batı, Rusya'nın merkez olduğu "blokla" her düzeyde savaşmaktadır. Tabii ki, Nobel'i de o minvalde tanzim edecektir. Ana sebep şudur veya budur ama edebiyata, onun dünyayı değiştirme gücüne yönelik bir inanç hakimdir ödül komitesine. Ödüllerin getirdiği tartışmalar da bu tutumu destekler mahiyettedir. Sartre mesela reddedecektir, Nobel'i almayı. Ödülün kendisini nefret ettiği o burjuva dünyasına bağlayacağı korkusundadır. Kıyamet kopmaktadır...

***

Son yıllarda ödül alan isimlere bakıyorum da, daha önce ödülleri tayin eden iki dürtünün de ortadan kalktığını görüyorum. Ne o metafizik arayış var ne de edebiyata dönük inanç. Hiç sözü dolaştırmadan, hatta biraz da kabaca dile getireyim: sade suya tirit, suya sabuna dokunmayan yazarların adı parlatılıyor. Sanki Nobel edebiyat komitesi kendisini her şeyden uzak tutmak kaygı ve çabası içindedir.
Bu meyanda ödül kazanmış son iki büyük isimden biridir, Orhan Pamuk. Hiç kuşku duymayın bu yargıdan. Onun, çok eleştirilen politik tutumu eğer söylendiği gibi Nobel'i almasına yol açmışsa bundan da ayrıca sevinç duymalı. Öyleyse hâlâ politik tutumu yazarın ve onun uzantısı olan edebiyat anlayışı demek ki, kabul görmektedir ve bu, evet, edebiyata, onun gücüne dönük bir kabuldür. Umarım öyledir ama ben gene de Pamuk'un ödülü, zamanında çok yazdığım gibi, doğrudan doğruya güçlü ve "saf" bir edebiyatı inşa ettiği için kazandığı kanısındayım. Diğer ad, Coetzee'dir. O da yaşayan en büyük yazarlardan biridir. İnsana ve siyasal edimine duyduğu inancı metafizik bir burgaçta sınamaktan bir tek satırında vazgeçmemiştir.
Bu iki ad bir yana, gerisi pek bir şey ifade etmez. Saygı duyarız, o ayrı konu ama metafizikle siyasal düşüncenin ve eylemin insanın içindeki karanlık ve kötücül yanla sınanmasında kabına erişilmeyecek Jorge Semprun bu dünyadan ödülsüz göçmüşse ve gene bırakın dünyanın en büyük romancılarından biri olmasını, özgürlükçü bir Avrupa düşüncesini inşa çabasıyla da eşsiz bir çizgi tutturan Milan Kundera bugüne değin dışarıda kalmışsa, ben artık ne söyleyeyim? O zaman da ödül Murakami mi olsun diye sorulurken (vah ki vah...) Alice Munro'ya gider.
***

Önce şunu belirteyim: hayatının bir döneminde, ama öyle ama böyle, komünizm / sosyalizm düşüncesine "bulaşmış" olanlara Nobel yasaktır. Malraux bu nedenle alamamıştır. Kundera ve Semprun bu nedenle kapının dışındadır. (Sartre tamamen farklı bir hikâyedir.) İkincisi, yıllardır okurum Munro'yu. Kabul ederim, kısa öyküde, İngilizcede, bir marifetin adıdır ama lütfen, öyle Nobel ödülü alacak bir yazar da değildir. Sait Faik'in, Selim İleri'nin, Bilge Karasu'nun kısa öyküde yaptıklarının yanında Munro kompleksi geliştirmemize hiçbir neden yoktur. Şimdi yeniden "Mevlid'in firaklı yeri"ne dönelim: bütün bu adı sanı bilinmez ve çapı sınırlı isimlerin bu ödülü alması tamamen edebiyat inancının kaybolmasındandır. Artık dünyayı belirleyen bir güç sayılmıyor edebiyat. Belki bazıları gerçekten öyle düşünebilir, edebiyat lokomotifinin kazanındaki ateş sönmüştür diyebilir, ama bu sadece onu öyle görmek isteyenler içindir.
"Öteki" edebiyatın cehennem edebiyatının ateşi harıl harıl yanıyor.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA