Siyasi partiler arasında bir "sosyal politika" yarışıdır gidiyor. Daha düne kadar "sadaka ekonomisi" diye eleştirilen bu alana tüm muhalefet partileri yükleniyor. Dar gelirliler, varoşlarda yaşayan risk altındaki gruplar adeta "oy deposu" gibi algılandığı için vaatlerin biri diğerini izliyor. İlk bakışta makul görünen bu yaklaşım, günümüz koşullarında bazı partiler açısından eksik varsayımlara dayanıyor. Şöyle ki…
2001 yılındaki ağır ekonomik kriz, Türkiye'deki tüm dengeleri alt üst ederken aile kurumunu fazlasıyla tahrip etti. Karnını doyurabilecek düzeydeki gelirini bile kaybedenler, asgari ücretliler, ev kadınları, öğrenciler, engelliler 10 yıl önce tam anlamıyla çaresizdi. İşte o noktada AK Parti'nin, "Kimsesizlerin kimi" söylemi tuttu. IMF'nin sert itirazlarına rağmen asgari ücrette ve emekli aylıklarında enflasyonun üstünde artışlar yapıldı. Ana çocuk sağlığı merkezine başvuran az eğitimli, az gelirli hamile kadına, eğitimine devam eden kız ve erkek çocuklarına, evdeki yatalak ebeveynine bakanlara kaynak aktarıldı. O meşhur kömür ve makarna yardımı ise olayın sadece göze hitap eden küçük bir boyutu idi. En uçtaki insana uzatılan el; ücretsiz ders kitabı, devlet bursları, hatta çiftçiye doğrudan gelir desteği ile devam etti. Sosyal devletin imkanları ile ilk kez karşılaşan geniş kitleler, bu transferleri doğal olarak AK Parti ile özdeşleştirdi.
2007 yılına geldiğinde, ekonomik istikrar ortamında hemen her kesime fırsatlar yaratılmış, fakirin de fakirlerin karnı büyük ölçüde doyurulmuştu. Derken sıra, liberal aydınların başını çektiği etkili grupların fikir dünyasındaki taleplerinin karşılanmasına geldi. Bu nedenle 2011'e kadar geçen dönemde darbe geçmişi ile yüzleşme ve demokratikleşme süreçleri hız kesmedi. Halkın teveccühüne rağmen vesayetçi anlayışın direnci karşısında kalıcı icraat yapamayacağını gören AK Parti yönetimi de kaçınılmaz olarak anayasa reformunu öncelikli gündem maddesine dönüştürdü.