Üniversite yıllarında hayatım Kapalıçarşı, Süleymaniye, Sahaflar Çarşısı'nın içinde geçti. Ama ne yazık ki insan gençlikte sadece bakıyor, görmüyor. Görmek için, farketmek için içinizin durması-oturması gerekiyor. Benim için de böyle oldu. Bunun farkına vardıktan sonra yaratabildiğim her boşlukta kendimi oralarda buldum. Yeni tatlar, yeni heyecanlar, keşifler peşinde koşup her defasında sürprizlerle döndüm. Geçen hafta, hem de çok yoğun bir gündemin ortasında, Berna Sağlam, "Salı günü Kapalıçarşı'da paha biçilemez bir gezi yapacağız" dediğinde hemen "Tamam, geliyorum" dedim.
Çünkü bu kez bir rehber eşliğinde gezecektik Kapalıçarşı'yı... İstanbul'u çok iyi bilen ve her şeyi masal tadında anlatan, sizi anlattığı hikayenin içine sokan Saffet Emre Tonguç'la yaptığımız bu gezi, benim için yine, yeniden bir keşif hikayesi oldu...
Mastercard'ın 2012 yılında hayata geçirdiği "Paha Biçilemez İstanbul" adıyla hayata geçirdiği projenin "Kapalıçarşı" durağı bir kez daha bakmanın değil, bir şeyi deneyimlemenin önemini gösterdi...
Önünden defalarca geçtiğim o küçük dükkanların içindeki dünyalarda inanılmaz hikayelerle karşılaştık. İstanbul'un son gramofon ustasının tek kişilik dünyasına konuk olurken, kulağımıza taş plaktan Müzeyyen Senar şarkısı çalındı... O anda dünya durdu... Kavgalar, çekişmeler, koşuşturmacalar anlamını yitirdi. Sanki bir biz vardık, bir de gramofoncu Mehmet Usta...
Nick's Caligraphy'de dünyanın en incelikli sanatı ile tanıştık. Nick Usta, kurutulmuş yapraklar üzerinde hat sanatının incelikleriyle neler neler yaratıyor, görmelisiniz... Yıllarca o caddeden geçip giderdim ama Nuruosmaniye girişindeki Aslan restoranla ilk kez tanıştım. Belki bir esnaf lokantası ama nasıl farklı, nasıl güzel. Ve de Nuruosmaniye Camii... Vakit darlığından hep koşarak geçerdim önünden. Çünkü işlerimi halledip, bir an önce işe dönme telaşında olurdum... Bu kez hep birlikte durduk ve gördük. Sonra, meşhur Bond filminin çekildiği çatılara çıktık... Kapalıçarşı'nın içi başka bir yüz, dışı başka bir yüz... Oradan İstanbul'a bakmak bir başkaydı. Halıcılar, kumaşçılar, bakırcılar, altın atölyeleri, dericiler ve daha neler neler. Bunca yıldır görmediğim, farkına varmadığım onca şey. Geçen hafta kafayı dinlendirmek için Paris'teydim... Başımıza bin türlü şey geldi, tatsız tuzsuz döndük. Oysa kafayı dinlemek için oralara kadar gitmeye de gerek yokmuş... Şehri turist gibi yaşamak da eşsiz bir deneyimmiş ve iyi yaşanmış bir gün, bayağı dinlendiriciymiş. (Mastercard'ın projesini pahabiçilemezistanbul. com sitesinden takip edebilirsiniz.)
Arzum Onan ve çamurlu eller
Doktor arkadaşım Elif Peker Hatemi "Bir arkadaşımla birlikte bir atölyede heykel çalışıyoruz, sen de katılır mısın?" demişti. "Ben beceremem ama..." diyerek çekine çekine gittim. Hocamız Pınar Yeşilada, "Çekinmeyin, mutlaka bir şeyler yaparsınız" dedi... Ve çamurla serüvenim başlamış oldu... Ellerim berbat oldu, kıyafetlerim boyandı, yoruldum ama o çalışmalardan çıktığımda kendimi müthiş hafiflemiş hissettim. Haftada bir kez gittiğim o atölyede hayatımın en keyifli anlarını yaşadım. Sonuçta ortaya 8-10 parça iş çıkardım. Görenler inanamadı, ben de kendime inanamadım... "Devam et" baskılarına rağmen ne yazık ki ara vermek zorunda kaldım. Salı gecesi Arzum Onan'ın Beyoğlu'ndaki Arte Galeri'de "Dokuz" adını verdiği sergisinin açılış davetindeydik... Alkışların olduğu bir kalabalıktan bile isteye sıyrılıp tek kişilik bir dünyada performans sergilemek pek de kolay bir iş değil. Bu nedenle Arzum'un bu yaptığını çok önemsiyorum. Ve... Onun eserlerine bakarken, çamurlu ellerimi yeniden gördüm. Mehmet Asluntuğ'un, "Parmakları biraz yamuldu ama çok mutlu" sözleri bana bir atölyede bıraktığım heyecanımı hatırlattı. Dedim ki kendime, "Ben de bir gün yapabilirim! Çok çalışırsam ben de bir sergi açabilirim. Neden olmasın!" (Arzum Onan'ın sergisi 28 Aralık'a kadar devam edecek.)
6. katta olay var: Mutlu ekler!
Yazıyla ilişkim ilk kez 4 ay kesintiye uğradı. Çünkü buralarda başımızı kaşıyacak zaman yoktu. (Yeni görev, yeni sorumluluklar, iş arkadaşlarını tanıma ve anlama çabaları, yenilikler, planlar vs, vs...) Bir arkadaşım, sürekli sıkıştırıp "Niye yazmıyorsun" dedikçe, ona "Kelimelerimi kaybettim" dedim... Her defasında anlamsızca baktı yüzüme. Anlamadı da. Ben kendimi anlamıştım oysa. Bir zamanı olduğunu biliyordum. Ve o gün bugünmüş. Yıllardır Günaydın'da yazıyordum, bugün adresimiz Cumartesi Sabah... Bilmeyenler, tanımayanlar için böyle bir tanışma olsun istedim. Yayın yönetmeni olduğum Cumartesi ve Pazar ekleri, Günaydın gazetesi, magazin ve kültür-sanat servisi ve kitap ekimizle birlikte kocaman bir aile oluşturduk. Enerji süper. Herkesin yüzü gülüyor. Sabah'ın 6. katından kahkaha sesleri taşıyor. Arada bir 'delirin' diyorum. Deliriyorlar... Geçenlerde bir gece çalışırken, ekibin en küçüğü Ece fotoğrafımızı çekmiş, üzerine de "Mutlu ekler" notu düşmüş. Çok hoşumuza gitti. Bu tanımlamayla ekler'in tadı da damağımıza geldi. Bu sayfalarda bazen bizi, bazen sizi anlatacağız. Hayatı, bize dokunanları paylaşacağız. Kelimeler geri geldi, hoş geldi... Yarın Pazar Sabah'ta da bomba gibi konularımız var. Gazetenizi şimdiden ayırtın diyorum. Not: "Nur Çintay nerede?" diyenlere bir açıklama yapalım. Sevgili arkadaşım rahatsız, bu nedenle bu hafta onu yormadık... İyi haftasonları...