Sürgün
Vatanından koparılan ve zorla sürgüne gönderilen insanların yaşadıkları o büyük acının fotoğrafını çekme konusunda, sinemacılarımızda son zamanlarda ciddi bir istek var. Mesela, Tomris Giritlioğlu'nun
Salkım Hanım'ın Taneleri sayesinde, çoktan unutulan, Varlık Vergisi'yle hayatları alt üst olan gayrimüslimleri hatırlamıştık. Giritlioğlu'nun sonraki filmi
Güz Sancı'nın odağındaysa, İstanbul'daki gayrimüslimlere yapılan bir başka 'operasyon', 6-7 Eylül Olayları vardı. Çağan Irmak,
Dedemin İnsanları filminde hikayeyi tersine çevirerek, 1920'lerdeki mübadele Türkiye'ye gelmek zorunda kalan Türk mübadillerin 'kendi vatanlarında' çektiği sıkıntıları anlatıyordu. Bu üç film şunu gösteriyordu bize: Devlet nezdinde 'sakıncalı vatandaş'sanız, o büyük güç size pek de yaşam hakkı tanımıyor.
Sürgün, bu üç filmin ortaya koyduğu fotoğraftaki eksik bir bölüme, 1964'teki İkamet, Ticaret ve Seyrisefain anlaşmasının, Türk hükümeti tarafından tek taraflı iptal edilmesiyle yaşanan insan dramlarına odaklanıyor. Kıbrıs'ta yaşanan olaylar sonrasında İnönü hükümetinin aldığı karar, birçok ailenin de parçalanmasının fitilini ateşliyor.
Sürgün de atadan dededen Büyükadalı Rum bir ailenin parçalanış ve sürgüne gidişini tutkulu bir aşk öyküsü ekseninde anlatıyor.
KÖTÜ ADAM DEVLET
Rıdvan Akar'ın
İstanbul'un Son Sürgünleri kitabından Selin Tunç'un senaryolaştırdığı hikaye gerçekten güçlü; epik bir yanı var. Büyükadalı, zengin Eleni (Saadet Aksoy) ile faytoncunun oğlu Sedat'ın (Tolga Sayışman) tutkulu aşkını izlerken bir yandan da Kıbrıs'ta yaşanan olayların İstanbullu Rumlar'ı nasıl hedef haline getirdiğini görüyorsunuz. Filmin ilk bölümüne, Eleni'nin babası fabrika sahibi Stavro Bey'in dramı damgasını vuruyor. Devletin iyi bir vatandaş olarak ödüllendirdiği Stavro'nun birden 'sakıncalı hale' gelmesi ve bütün kapıların yüzüne kapanarak ansızın ülkesinden sınır dışı edilmesinin dramına dayanmak güç. Mahir Günşıray o şaşkınlığı ve çaresizliği iyi veriyor. İkinci yarıdaysa, daha çok Eleni ile Sedat'ın hikayesi baskın hale geliyor. Onlar adeta ülkelerin onları ayrı tutma çabalarına aşklarıyla direniyor... Zaten bu hikayenin kötü adamı, milliyetçi söyleme teslim olan devlet.
Sürgün, her ne kadar bir aşk, tarihi bir hatırlatma ve yüzleşme filmi olsa da bir yandan da iadeiitibar filmi. Yeşilçam'da tarihi filmlerde milliyetçi bir söylemle 'ötekileştirilen' Rumlar'a bir anlamda itibarları geri veriliyor. Rumlar'la Türkler'in bir zamanlar nasıl et ve tırnak gibi birlikte yaşadıklarına dair olgun ve gerçekçi sahneler, keşke o yaşam kültürü gerçek hayatta da sinemada da milliyetçi söylemlere kurban gitmeseymiş dedirtiyor.
Özür Dilerim
Yönetmen Cemil Ağacıkoğlu'nun ilk filmi
Eylül bir çıkışsızlık öyküsüydü. İkinci filmi
Özür Dilerim, çıkışsızlıktan dem vursa da daha umutlu bir film. 40 yaşlarındaki zihinsel engelli Selim (Güven Kıraç) ve ailesinin yaşadıkları anlatılıyor filmde. Sahici bir anne oğlu ilişkisini resmetmenin ötesinde Ağacıkoğlu, engellilere yönelik 'köşeli düşünceleri' de sorgulamamızı istiyor. Temelde engellilerin bir yük gibi algılanmasını eleştirirken, Selim üzerinden onların 'aileyi' bir arada tutan çimento olduğunun altı çiziliyor. Duyarlı, samimi, sorgulayıcı ve Güven Kıraç ile Sema Poyraz'ın olağanüstü performanslarıyla iz bıraktığı bir film, fırsatınız varsa izleyin demek elzem...