Kimi toplumlar, kültür açısından
çözümsüz bir kısırlığa mahkumdur, bir türlü bunu aşamazlar. Kısırlık toplumun kendi özünden gelir. Koşulları o yaratır. Yine aynı toplum bunu engellemek ya da değiştirmek uğruna
parmağını bile kımıldatmaz. Çünkü ne yaşamında ne geçmişinde ne de geleceğinde kültür onu kesinlikle ilgilendirmektedir. Ona göre bir "lükstür." Olmaması olmasından daha yeğdir. 600 yıllık bir imparatorluk yaşamı olan Osmanlı'ya bakın.
Ünü dünyayı tutan başka ülkeleri ve başka ülke insanlarını derinden etkileyip sarsmış kaç filozof vardır? O imparatorluk toplumu kaç kaşif, kaç mucit, kaç ressam, kaç besteci, kaç heykeltıraş çıkarmıştır bağrından? Aynı Osmanlı'nın yönetici kadrosuna (özellikle şiire ve şaire karşı diğerlerine bakarak) şaşırtıcı bir yakınlık göstermesi, şaire kol kanat germesi, onu koruması altına alması, olsa olsa
kendine " övgüler" düzdürmesi ile açıklanabilir. O çağın şairleri de bunu olağan karşılamışlar, kişisel divanları dışında "hamiyetperver" paşalar için dizeler dolusu övgüler yağdırmışlardır.
CUMHURİYET DÖNEMİ
Övgü yazdırma ve şair kayırıp koruma, Cumhuriyet Türkiyesi'nin başlangıç yıllarında da sürmüştür. Üniformalarını çıkarıp sivilleşen
eskinin paşalarına övgüler düzecek kimi yazar-çizer ve şair takımını hoş tutmuş, hem de onları "büyük memur" statüsüne alarak kimi kez büyükelçi, kimi kez bir yerlerde yönetim kurulu üyesi ve kimi kez de
milletin temsilciliğine getirmişlerdir. Bu onları yüceltmiştir ama sanatçı tayfasını hiç de küçültmüştür denemez. Toplumda sanatçının itibar kaybı ne çok eskidir, ne çok yeni. Başlangıç olarak (belki ) Demokrat Parti'nin
iktidarda hırçınlaştığı yıllar alınabilir. Sonrasında itibar kaybı hep sürmüş, bugünlere gelinmiştir; saygınsızlık içinde, okumazlık ve ciddiye alınmazlıkla, her biri siyasal ve toplumsal birer düşmana indirgenerek. Gizli ya da açık, yurtdışına kültür-sanat göçü bu ve sonrasının sonucudur. Bunun üstesinden
12 Martlar ve 12 Eylüllerle gelinmiştir.
HEPSİ GEÇİP GİTTİ
12 Martlar da geçmiştir, 12 Eylüller de. Geçmesine geçmiştir de toplumun ve iktidarların sanatçıya (ve kültüre) bakış açısında (ve tutumunda) herhangi bir olumlu değişme görülmemiştir. Beylik deyişle
"hamam aynı hamamdır, tellaklar aynı tellak." Böylece toplumun vurdumduymazlığı ve iktidarın düşmanlık dolu bakışları altında kültürümüz çağdaş kültür düzeyine ulaşmaktan geri bırakılmıştır. Yanlış politikalarla, yanlış tutum ve davranışlarla. Yazarımızı, çizerimizi küstürerek, bezdirip kaçırarak ona bunun
"müstehak!" olduğunu da sezdirip duyurarak... Bunun en somut örneği,
Yaşar Kemal'dir . Ünü yedi iklim dört bucağı tutmuş, yazdıkları çevrilmedik dünya dili kalmayan, Nobel'lere aday olmasından asla övünç duymadığımız Yaşar Kemal, bugün
topluma kırgındır, küstür ve tarafımızdan yaralanmıştır.
ABALI SANIYORUZ
Bir toplumda
toplum üstü insanları yetiştirmek kolay değildir. Kültüre bütün kapılarını ardına kadar açan toplumlarda bile zordur bu. O toplumlarda bir
Sartre, bir
Malraux, bir
Camus, bir
Shaw ya da
Böll yaşadığı toplumu çok yakından ilgilendiren bir konuda kendi düşüncesini rahatça söyleyebilir. Bu toplumca aykırı da olabilir, pekala olabilir. Çünkü yazar kısmı toplumlar üstüdür, ön görülüdür, sezgileri güçlüdür. Dediklerine, yazdıklarına katılınmasa bile dinlenir, okunur. Biz ise... Doğululuğa özgü, ne dinliyoruz, ne okuyoruz. Biz, sanatçıyı
"abalı" sanan toplumuz.