Bu hafta gerçek yaşam öyküleri anlatan
iki film vizyona girdi...
Biri, İngiltere'nin efsane prensesini anlatan
"Diana", diğeri ise 1970'lerin Formula dünyasının büyük yıldızı
Niki Lauda'nın yaşamını konu alan
"Rush/ Zafere Hücum." İlk film çok eleştirildi, ikincisi beğenildi. Ben bir kadın olarak içinde güzel bir aşk izlediğim
"Diana"yı da, gerçekçi ve detaylı yarış sahneleriyle yarı belgesel tat kazanmış
"Zafere Hücum"u da beğendim.
***
Kate Snell tarafından kaleme alınmış biyografik kitaba dayanan ve
Olivier Hirschbiegel'in yönettiği
"Diana" beni öncelikle çok şaşırttı... Çünkü ben Prenses'in büyük aşkının Dodi Al Fayed olduğunu sanıyordum. Halbuki Prenses, ölümünden önceki iki yıl
Pakistanlı kalp cerrahı Hasnat Khan ile fırtınalı bir ilişki yaşamış, evlenme planları yapmış, ne var ki aradaki din, ırk ve yaşayış farklılıkları nedeniyle bu ilişki
trajik biçimde sona ermiş. Diana gerçekten büyük acılar çekmiş; aslen
öfke ve intikam duygularıyla Dodi Al Fayad'la olan ilişkisine sürüklenmiş.
Eleştirmenlerin ve hatta Khan'ın yorumlarına göre filmde pek çok yanlış bilgi mevcut, ama bunlar yine de
Prenses ile Doktor arasında yaşanmış böyle büyük bir aşkın varlığını değiştirmiyor, yanlış kılmıyor. Evet
bu aşk var ve çok da güzel... İzlemesi de güzel, Diana rolündeki
Naomi Watts'ın başarılı performansına ve Khan rolündeki
Naveen Andrews ile arasındaki uyuma, inandırıcı yakınlığa tanıklık etmesi de... Detaylara takılmadan, sadece onların
heyecanını hissetmek için bile izlenebilir. Ben hissettim!
***
Gelelim iki ünlü Formula yarışçısı
James Hunt ve
Niki Lauda arasındaki amansız rekabeti anlatan
"Zafere Hücum"a... Yönetmen koltuğunda, en çok da Russell Crowe'lu "Akıl Oyunları" ile kalbimizi fethetmiş
Ron Howard var.
Bu filmle
bilmediğim bir dünyaya girdim... Yarışlar, arabalarla ilgili teknik detaylar, kazanmanın küçük sırları, risk faktörleri, markalar vs... Ama hepsinin ötesinde
müthiş bir karakterle, öykünün kahramanı ve filmin ilham kaynağı Niki Lauda ile tanıştım.
Malum
Formula pilotları çapkınlıkları, gece hayatları ve karizmalarıyla bilinen,
havalı tipler... Keza rakip durumundaki
James Hunt da aynen böyle bir adam; beyazperdede daha önce erkek güzeli "Thor" olarak tanıdığımız
Chris Hemsworth tarafından canlandırılıyor.
Hunt'ın filmde "fare" dediği, standart Formula pilotlarının tersine ciddi, ağır başlı, zeki, fakat çelimsiz
Niki Lauda'yı ise bugüne dek genelde küçük rollerden tanıdığımız
Daniel Brühl beyazperdeye taşımış.
Geçirdiği kazada Lauda'nın
bütün vücudu yanıyor ve kazadan 40 gün sonra yeniden yarışa katılıyor... Acıdan inleyerek takıyor kaskı yanmış kafasına.
Yarışçı olmasa,
dünya şampiyonu olmasa da ondan aynı ölçüde şiddetle etkilenmiş olacağıma eminim. Efsaneleri belki görünürde büyük başarılar yaratıyor, ama asıl değer o başarıları kazanan
güçlü iradeler, sıradışı karakterler, inanç, azim, cesaret, adanmışlık...
Formula kupası olsun olmasın, böyle adamlara hayran olmamak mümkün mü?
Lauda'yı izleyin, gerçek Laudalar'ı beklemekten de asla vazgeçmeyin!