Temmuz, kavuruyor. Termometreler gölgede 40 yazarken, gözler gölge ve yeşili arıyor. Bir ağaç gölgesi, bir imbat esintisi yeterli.
Ancak yeşili tüketmekte, yakmakta, kesmekte üstümüze de yok. Orman yangını olmayan gün yok gibi. Ormanları ve yeşili değil, ne yazık ki geleceğimizi yakıp kül etmekte olduğumuzun farkında değiliz. Yananların yerine yenisini dikmek çözüm değil. Önemli olan yeşile sarılmak, ağacı korumak. Ege Orman Vakfı'nın çabalarını gönülden desteklediğimi belirtmeliyim. Yeterli mi diye tartışabiliriz ama yaptıklarını görmezden gelemeyiz. İzmir'in etrafını çeviren ve henüz betona teslim olmamış dağlar ve yamaçlar, ne yazık ki çorak bir araziyi andırıyor. Bir Körfez yolculuğunuzda gemiye binip başınızı yukarı kaldırdığınızda bu kellik ortada duruyor. İşin özü bu sonbaharda acil bir ağaçlandırma kampanyası kaçınılmaz. Özellikle kuzey Ege'deki aşırı sanayileşme, Aliağa ve çevresindeki toz duman, Menemen ovasındaki bağların bahçelerin hoyratça imara açılıp, yol boyunca yapılan dolgular bağları esir almış. Bu esaret son bulmalı.
Yer altı sularının hoyratça kullanılması da açıkça söylemeliyim ki, adım adım çölleşmenin işaretleri. Çim uğruna öğle saatlerinde, güneşte 50 derecede yapılan sulamaları anlamakta zorlanmaktayım. Yine bazı yollarda yol kenarlarındaki oto duşlarının durmaksızın akıtılması hangi akla hizmettir, biri bize anlatsın.
Özellikle çime akıttığımız suların hesabını vermekte, gelecek yıllarda çok zorlanacağız ama iş işten geçmiş olacak. Yazının başlığı, bir Emel Sayın şarkısını anımsatsa da, gelecek nesillere bırakılacak paha biçilmez bir mirastır yeşil. Dedelerimizden, babalarımızdan aldığımız bu kutsal mirası, hovardaca harcamak yerine, gelecek nesillere armağan etmenin onuru ve gururunu yaşamalıyız, hepsi bu.