Türkiye'nin en iyi haber sitesi
BAŞYAZI MEHMET BARLAS

Üniversitelerimiz daha kalabalık ve siyasileşmiş liselere benziyor

İlk ve ortaokulun yetersiz bilgileriyle üniversiteye başlamanın bir faydası yok. Çünkü resmi ideolojiyi veya farklı siyasi eğilimi tutmayı, bilimsel özerklik zanneden kadroların ağırlığı, üniversitelerde bilim kavramını da anlamı dışına çıkarttı

Maksim Gorki'nin "Çocukluğum", "Benim Üniversitelerim" ve "Hayatımı Kazanıyorum" diye bir trilojisi vardır. Ben bu kitapları, ortaokulda okumuştum. Beğenmiştim ama çok etkilenmemiştim. 20'li yaşlarda Kemal Tahir'le sohbet ediyor, daldan dala atlıyorduk. Beni uyarmıştı Kemal Tahir; İnsan çocuk yaşlarda, henüz kültürü ve temel bilinci yerleşmemişken okuduğu kitapları, tam değerlendiremez. Sana tavsiye ediyorum. Çocukluğunda okuduğun ve dünya edebiyatında başyapıt olarak kabul edilen kitapları, şimdi bir kez daha oku. Kemal Tahir'in bu tavsiyesini dinledim. Stendhal'ın "Parma Manastırı"nı, De Foe'nın "Robinson Crusoe"sunu, Exupery'nin "Küçük Prensi"ni, Balsac'ın "Goriot Baba"sını, Montaigne'in "Denemeler"ini, Von Moltke'nin "Türkiye Mektupları"nı ve bunlar gibi en az 100 kitabı daha ikinci defa okudum.

Steinbeck, Cervantes, Shakespeare, Moravia, Mann, Çehov, Gonçarov, Sinclair'i ve diğerlerini yeniden okurken, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Rasim, Ahmet Mithat Efendi, Uşaklıgil, Recaizade Ekrem, Yakup Kadri, Tanpınar, Refik Halit Karay'ı da yeniden hıfzettim.

İLKOKUL YAŞI?

Maksim Gorki'yi ikinci defa okurken, gerçekten farklı algılamalar yaptım. 1950'li yıllarda, Nurullah Ataç, babamla Türk eğitim sistemi üzerinde tartışıyorlardı. Bir ara Ataç şöyle demişti. Bu, sade Türk eğitim sistemi için değil, tüm dünya için geçerlidir. Şunu söylemek istiyorum. Ben olsam, ilkokula başlama yaşını 20 olarak belirlerdim. Çocuklar, okulda öğrendiklerinin farkında değiller. Onlar, oynayacakları, gezip eğlenecekleri ve sorumsuz oldukları çağlarda, okula ve bilgiye, öfke ve hatta nefretle bakıyorlar. Oysa ben ilkokuldaki bilgileri, 20 yaş bilincimle algılasaydım, şimdi dünyaya kim bilir nasıl farklı bir birikimle bakardım. Kemal Tahir'in de Nurullah Ataç'ın da bende iz bırakan bu düşüncelerini, yaşım ilerledikçe çok daha iyi anladım.

Ve şunun farkına vardım. İnsanların hayatında, yaşlarına ve özellikle gelişmelerine bağlı olarak, belirli aşamalar yaşanır, ama bazı insanlar, yaşlansalar da gelişmezler. Ya bilgiyi almayı reddederler. Ya da almak isteseler bile, beyin kapasiteleri yetmez buna. Hep çocuk kadar deneyimsiz ve bilinçsiz kalabilirler. Peki ya toplumların durumu ne? Gelişmiş Batı toplumlarında "Yazılı hafıza" güçlüdür. Yazması gereken herkes, mutlaka kitap yazar. Biyografiler, otobiyografiler, monografiler sürekli yayınlanır. Bir kuşağın bilgi birikimi, üzerine yeni eklemeler yapılarak, sürekli gelecek kuşaklara aktarılır. Çok büyük çoğunluk kitap okur. Üniversiteler ise bu mevcut bilgileri speküle eder. Yeni bilgiler üretir. Üniversiteler, gelişmiş toplumların üretken beyinleri gibidir. Bizde ise "Okumak" istisnai bir davranıştır. Bir adamı övmek için "Okumuş adam" denilir. Çok kitap yayınlanmadığı gibi, yayınlananlar da az okunur. Ve sonra unutulurlar.

Bizim toplumda bazı insanlar gelişir. Ama toplumun kendisi, hep ergenlik çağının eşiğinde kalır. "Çok genç ve dinamik nüfusumuz var" cümlesi de övgü amacı ile kullanılır. Oysa, bilgisiz, eğitimsiz ve bilinçsiz bir genç nüfus, ülkeler için, taşınması gerekli bir yük veya kalifiye olmayan insan gücünden başka bir şey değildir. Eğer bundan 50 yıl önce de birileri "Genç ve dinamik nüfusumuz var" diye övünüyor idiyse, bu geçen 50 yılda, yaşlı ve yorgun nüfusu olan ülkelerin Türkiye'yi neden geçtiklerinin izahı da yapılmalıdır. Demek ki eğitim sistemindeki yetersizlikler sonucu, bu genç ve dinamik ama kalifiye olmayan nüfusun varlığı, kronik bir hastalık halinde devam etmektedir.

İlk ve orta öğretim konusu, tabii ki öncelikli bir meseledir. Ben ilkokulu Ankara'da Mimar Kemal'de, ortaokulu Ankara'da Namık Kemal'de, liseyi ise Ankara Atatürk ve İstanbul Atatürk liselerinde okudum. Okuldaki aldığım eğitimin bende bıraktığı bilgiler, açıkçası fazla yeterli değildi. Ama bazı öğretmenler, öylesine etkili oldular ki onların ders konularında, okul dışında da kendimi geliştirmeye yönlendirildim. Örneğin ortaokulda, İngilizce dersine gelen, soyadını ne yazık ki hatırlayamadığım Lamia Hanım, benim dil öğrenme isteğimi kıvılcımladı.

Lisede edebiyata gelen Fevziye Abdullah Tansel ve Ahmet Şevket Bohça, bana Türk dilinin zenginliklerini sevdirdiler. Yaşayarak anladım ki eğitim sisteminin yeni ufuklara açılması, "İyi öğretmenler"in elindedir. Üniversite ise benim karşıma, siyasallaşmış ve daha kalabalık lise biçiminde çıktı. 1960'ta, 28 Nisan Beyazıt öğrenci olaylarını, İÜ Hukuk Fakültesi öğrencisi olarak yaşadım. Rektör Sıddık Sami Onar, polis tarafından yaralanıp, tedavi edildikten sonra üniversiteye döndüğü zaman, onun koluna giren gençlerden biri de bendim.

27 Mayıs sonrasının Anayasa Taslağı'nı hazırlayan profesörlerle, hep temas halindeydik öğrenciler olarak. Ben Milli Gençlik Teşkilatı Genel Sekreteri olduğum için, yönetim kurulunda, profesörlerle, sendika liderleri ile öğrenciyken çalıştım. Şunu gözlemledim. Türk üniversitelerinde, yeni fikirler üretmek, yeni düşüncelere ve buluşlara ufuk açmak, öncelikli bir arayış değil. Türk üniversiteleri için, farklı olmak "direnmek" le eş anlamlı. Bu bazen bir siyasi iktidara karşı direnmek şeklinde, bazen ideolojik akımlara kayan öğrencilere direnmek biçiminde olabiliyor. Fakat işin özünde, önce direnilen ve sonra benimsenen bir statükonun bozulup, değişmesine karşı direniş bulunuyor hep. Örneğin önce sola karşı direniyorlar. Sonra kendileri de solcu olup, her farklı kesimi sağcı görüyorlar. Önce YÖK'e karşı direniyorlar. Sonra da damardan YÖK'cü olup, YÖK reformunu "Rejim Tehdidi" olarak görüyorlar. Demokrasiye siyasi iktidardan gelen tehdide direnip, sonra askeri rejimin hukuki fetvasını verebiliyorlar.

İlk ve orta eğitimin yetersiz bilgileri ile üniversiteye gelen bir Türk genci, eğer özel gayreti yoksa, daha kalabalık ve daha yoğun müfredatlı bir lisede okumuştan farklı olmaz üniversiteden mezun olurken. Resmi ideolojiyi veya farklı siyasi eğilimi tutmayı, bilimsel özerklik zanneden kadroların ağırlığı, Türk üniversitelerinde "bilim" kavramını da anlamı dışına çıkartmış durumda. Hatırlıyorum. Bir sinema salonu kadar büyük olan Hukuk Fakültesi anfisinde, ilk Anayasa Hukuku dersine, rahmetli Prof. Ali Fuat Başgil'in gelmesini heyecanla bekliyorduk. Kürsüye önce, o zaman asistan olan Orhan Aldıkaçtı, elinde dumanı tüten bir tas suyla gelmişti. Kıdemli öğrenciler, "Hocanın tıraş suyu geldi" diye laf atıp, Aldıkaçtı'yı alkışladılar. Sonra Prof. Başgil geldi kürsüye ve o sıcak suyu yudumlayarak Anayasa Hukuku'na girdi. O zamandan bu yana iki kere lağvedilip, bilmem kaç kez değiştirilen Anayasa ile tanışmıştık.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA