Türkiye'nin en iyi haber sitesi
YEŞİM TABAK

Casuslar, şarkılar ve Araplar

Casus filmleri piyasasında Soğuk Savaş'ın ister istemez geriye çekilmesi hüzün verici. Ne de olsa sinemanın eğlenceli hale getirmeyi iyi becerdiği bir dönemdi. KGB ve Stasi ajanları kapitalizmi çökertmeye çalışırken, Araplar genellikle altından başka bir şeyle ilgilenmeyen, havaalanı sahnelerinde Hasidiklerle birlikte 'dünya dekoru' oluşturan şeyhler topluluğu rolündeydi. Kutuplaşmanın ibresi Araplara doğru kaydıkça, Soğuk Savaş filmleri casus geriliminden çok, geçmiş bir dönemin analiziyle ilgilenir hale geldi. Yabancı Film dalında Oscar'lı Başkalarının Hayatı (2006), rejim bekçiliğini bırakıp kişisel sezgilerine yönelen bir Doğu Alman ajanın hikâyesiydi. Geçen hafta gösterime giren Elveda, Sovyetler'in çöküşüne büyük ivme kazandıran bir 'espiyonaj' trafiğini, taraf değiştiren KGB ajanı Sergei'nin (Emir Kusturica) yüzündeki kekre ifadeyi benimseyerek anlatıyor. Rejimlerin çarpıştığı çoğu film gibi, Fransız yapımı Elveda da, 'haklılık'ı (ya da 'kaçınılmazlık'ı) uluslararası anlamdaki kültürel cazibeyle açıklıyor. Filme bakılırsa Sergei'in ergen yaşlardaki oğlunun Queen albümlerine ve walkman'e kolayca ulaşma özlemi, eşittir, kapitalist dünya özlemi. Müzikseverlik her daim, dikta altındaki toplumlardan bahseden filmlerin 'yufka yüreği' yahut kullanılma biçimine bazen 'sinir', bazen de hayran olacağınız büyük duygusal kozu. Persepolis'te (2006) çoğu seyirciyi hızlıca yakalayan anlardan biri, küçük kahramanın, devrim sonrası İran'ın yasaklar dünyasında Iron Maiden'la coşarak isyan edişi olmuştu. Beşir'le Vals'te (2008) 20 yıl önceki Sabra ve Şatilla katliamına kişisel katkısını hatırlamaya çalışan eski bir İsrail askeri, kendisi için David Bowie neyse, Lübnanlı militanlar için de Beşir'in o olduğunu şaşkınlık içinde söylerken, bireysel olarak savaşla alakasının zayıflığına dikkat çekmeye çalışıyordu. Akla Apocalypse Now (1979) gibi Hollywood yapımı Vietnam klasiklerini getiren bir tespit: Bir tarafta vicdan azabı, bir tarafta (alttan alta) Rolling Stones'dan bihaber ya da kayıtsız yaşayanların 'kaybetme mahkûmiyeti'. Buna 'akraba' ikili bir ruh halini, Birleşik Arap Emirlikleri'ne seyahat eden Sex and the City kızları da yaşıyor. Dizinin ikinci sinema filminde bir otel sahibinin Abu Dabi davetini kabul eden Samantha, Carrie, Miranda ve Charlotte, çölün ortasına kurulmuş 'tesis'teki lüksü, önce neşeyle karşılıyor. Ta ki, Samantha, Abu Dabi plajlarında seks yapmanın hayli ciddi bir suç olduğunu ortaya çıkarana kadar. Şimdilerde, rock'n roll dinleyerek tanımadığı topraklarda tankla gezinen Amerikan askerlerinin cesur, kahramanca ya da 'sempatik' biçimde asi tasvirlerini pazarlamak kolay değil. O yüzden, bu sefer moda meraklısı New York'luları göndermişler. Altın klozetleri seven öfkeli fistanlılarla 'insani anlaşma' kaydetmek zor. Onlara meydan okuyanların "Dior'a taparım" tişörtlü binlerce dolar harcayıp da korkunç giyinmeyi başaran Manhattanlılar olduğunu görmek ise, iç karartıcı. Elm Sokağı'nda Kâbus'la 13. Cuma'nın seri katillerini çarpıştıran Freddy vs. Jason filminin sloganını hatırlıyor insan: "Kim kazanırsa kazansın, biz kaybediyoruz."

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA