Tarihte merkezi devlet yönetimini ilk uygulayan, Doğu ve Batı arasındaki kara ve deniz yollarını denetleyen Asurlular, pahalı ve lüks bir sistemi üç yüz yıl kadar ayakta tutmayı başardı. Hareketli, güçlü, aynı zamanda da acımasız ve kan dökücü bir halk olan Asurlular, korkunç savaşlarla büyük zaferler kazandılar. Asur ordusu çok iyi örgütlenmişti. Mızraklı askerler ve okçular, örme zırhlar giyerlerdi; savaş arabaları çok çabuk yer değiştirebiliyordu; kuşatma gereçleri son derece gelişmişti. Ayrıca, gerçek bir süvari sınıfı da tarihte ilk olarak Asur ordusunda kurulmuştu. Ne var ki, bu yırtıcı insanlar, kazandıkları her zaferin ardından, ele geçirdikleri savaş tutsaklarına büyük işkenceler yapıyor, işgal ettikleri ülkelerdeki insanları ya öldürüyor ya da sürüyor, ülkeyi sistemli biçimde yakıp yıkıyorlardı. Sami kökenli bir halk olan Asurlular ve devletlerinin tarihi İÖ 2. binyılın başlarına uzanıyor. Aynı adı taşıyan başkentleri Asur bugün Irak’ta, Dicle kıyısındaki küçük ticaret kenti Kal’at Şergat idi. İÖ 1800 yıllarında Anadolu’da, başta Kayseri yakınında Kaniş (Kültepe) olmak üzere büyük ticaret merkezleri (karum) kurdularsa da bu etkinlikleri fazla sürmedi. İÖ 15. Yüzyılda Kuzey Mezopotamya’da Büyük ve Küçük Zap ırmaklarının Dicle’ye karıştığı yörede Mitanni Devleti’ne bağımlı küçük bir krallık durumundaydılar. İÖ 880-612 yılları arasında ise Yakın Doğu’nun tek hakimi bir imparatorluk haline geldiler. Asur hükümdarlarının ilki olan savaşçı ve avcı kral II. Asur-nasir-apli İÖ 879’da başkentini Asur’dan daha kuzeydeki Kalhu’ya taşıdı, büyük bir saray, tapınaklar ve pek çok yapı kurdu. Yeni başkent, muazzam bir imparatorluğa dönüşün ilk adımlarındandı. O tarihten sonra ülkenin sınırları kısa sürede batıda Akdeniz kıyılarına, kuzeyde de Toros Dağları’na kadar ulaştı. Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye’yi aralarında paylaşmış Geç Hitit ve Arami krallıklarını sıkıntılı günler bekliyordu. Kadın kahraman: Şammuramat İÖ 9. yüzyılda hızla genişleyen toprakların yetersiz yönetimi sorunlara yol açmış, her biri kendini adeta birer hükümdar olarak gören ihtiraslı yöneticiler boy göstermiş, ayaklanmalar patlak vermişti. Bu dönemde Asur’da da adı bugüne kadar ulaşan bir kadın kahraman ortaya çıktı: Şammuramat ya da daha bilinen adıyla Semiramis. Doğu kraliçelerinin en güzel, en acımasız, en güçlü ve en şehvetlisi kabul edilen bu kadının ünü kralığın adı unutulduktan sonra bile yaşadı. Hatta İtalyan besteci Rossini, 1821’de onun öyküsünü konu edinen Semiramide adlı bir opera yazdı ve sahneledi; ancak cazibeli kraliçe ülkesindeki sıkıntılara care olamadı. III. Tukulti-apil-Eşarra’nın İÖ 745 yılında kanlı bir darbe sonucu tahta çıkışıyla Asur yeniden huzura kavuştu. Eşarra, çeşitli idari ve askeri reformlarla devleti daha sistematik bir altyapıya oturttu. Politikasını tüm Yakın Doğu’yu çatısı altında toplamak ve o zamanki dünya ticaretini tekeline almak üzere tasarlamıştı. Askeri açıdan kuzeydeki ve güneydeki geleneksel düşmanları Urartu ve Babil’e ağır darbeler indirdi; Suriye ve Lübnan’ın büyük bölümünü fethetti. Eşarra döneminde Asur, Kuzey Mezopotamya’da parlayan bölgesel bie devlet olmaktan çıkıp, Yakın Doğu’ya hükmeden bir imparatorluk oldu. Onu izleyen hükümdarlar doğuda Basra Körfezi’nden batıda Mısır’a kuzeyde de tüm Güneydoğu Anadolu, Çukurova ve Toros Dağları’na kadar yayılan bir bölgeye egemen oldular. İÖ 721’de tahta çıkan II. Şarru-kin döneminde Geç Hitit krallıkları tek tek Asur’un eline geçti ve eyelet sistemi içine alındı. Şarru-kin, başkenti Kalhu’dan kuzeydeki Horsabad’a taşıyarak Dur-Şarru-kin adıyla anılan bir yenisini kurduysa da İÖ 705’te Kimmerlerle yapılan savaşta hayata gözlerini yumdu. Yerine gelen oğlu Sin-ahhe-riba (İÖ 704-681) belki de uğursuz bulduğu bu başkentte hiç oturmadı ve Musul’un yanındaki Ninive’ye taşındı. Ve hummalı bayındırlık etkinlikleriyle eskilerle kıyaslanmayacak büyüklükte görkemli bir başkent yarattı. Ülkesinin kuzey sınırlarında Cizre yöresindeki Cudi Dağı’na yedi kabartmasını kazıttı. Asur’un imparatorluk politikası için daima karmaşık bir sorun oluşturan Babil’I, uzun mücadelelerden sonra İÖ 689’da teslim alması ona, “Sümer ve Akkad kralı” unvanını kazandırdı. Bu yıkım Babil’in kültsel ve kültürel rolünü yoke dip Asur ülkesine taşımaya doğru atılmış bir adımdı. Sin-ahhe-riba, ülkesinde gösterdiği başarıyı ailesinde sağlayamamış olmalı ki, İÖ 681’de büyük oğlu prens Arad-mulisu tarafından öldürüldü. Izleyen dönemlerde Mısır ve Elam fethedilerek Asur İmparatorluğu en geniş sınırlarına ulaştı. Merkezi devlet yönetimi fikrini tarihte ilk kez uygulayan halk Asurlular’dır. Tepesinde hükümdarın bulunduğu, içinde sık sık, hadım edilmiş harem ağalarının da görev aldığı, gelişmiş bir bürokrasi tarafından yönetilen Asur ülkesi eyaletlere ayrılmıştı. Bir valinin yönetimine bırakılmış her eyalet vergi ödemek ve orduya asker vermekle yükümlüydü. Başkentteki ana ordunun gereksinimlerini karşılamak üzere, dünyada ilk kez olarak büyük ve görkemli kışla binaları kurulmuştu. Ülkenin gönenci, savaş ekonomisi ve ticaretle sağlanıyordu. Yakın Doğu’yu kan ve dehşetle haraca bağlayıp Doğu ve Batı dünyaları arasındaki tüm kara ve deniz yollarını denetleyerek çok pahalı ve lüks bir sisteni üç yüz yıl kadar ayakta tutmayı başardılar. Adeta Osmanlı ailesine benzer şekilde pahalı saraylar kurma yarışını tarihleri boyunca sürdürdüler. Asur, ardından gelecek pek çok devlete örnek olacak sistemi ile insanlık tarihinin ilk gerçek imparatorluğu idi. Asurlular Güney Mezopotamya’da oturan komşuları Babilliler’den farklı olarak çok savaşçı, acımasız ve daha zalim olmalarına karşın uzun süren savaşlar onları çok yıpratmıştı. Buna çok pahalı ve görkemli sarayların yapımı da eklenince sıkıntılar giderek arttı. Son kudretli hükümdar Aşşur-ban-apli, Ninive’de yaptırdığı sarayda, aynı zamanda 22 bin tabletlik bir kütüphane kurarak debdebe ve bilgeliği bir araya getirmeye çalıştıysa da ölümü sonrasında imparatorluk, biraz da iç çekişmeler nedeniyle hızla çökmeye başladı. İÖ 612’de güneydeki geleneksel düşman Babil, Orta İran’dan Medler ve Kuzey Karadeniz’den gelen göçebe İskit güçleri ile birleşerek, direnme gücünü hemen hemen yitirmiş olan başkent Ninive’yi ele geçirdiler. İstiladan canını kurtaran bir kısım Asurlu güneye çekilip Şanlıurfa yakınındaki Harran’ı başkent yaparak yaşamaya çalıştı. Ama bu da pek işe yaramadı. İÖ 610’da Medler’le ortak hareket eden Babil kralı II. Nabu-kudurri-usur tarafından devlet olarak tarih sahnesinden silindiler. İnsanlık tarihinin ilk gerçek imparatorluğu acımasız mıydı? İstanbul'daki İngiliz Büyükelçisi Sir Stratford Canning'in sağladığı para ve imzaladığı mektupla yola çıkan Austen Henry Layard önce buharlı bir gemiyle Samsun'a, sonra da at üstünde Musul'a ulaştığında takvimler 1845 yılını gösteriyordu. Mezopotamya ve İran uzmanı genç İngiliz'in amacı Kutsal Kitap'ta adı sık sık geçen düşler kenti Ninive'yi (Ninua-Ninova) bulmak ve Londra'daki British Museum'a, Canning'in direktifleri doğrultusunda yeni eserler kazandırmaktı. Beş yıl önceki ziyareti sırasında tanıştığı, Musul'un Fransız konsülü Paul Emil Botta'nın 1843-1844'ta Horsabad köyünde, duvarları muhteşem taş kabartmalarla süslü bir saray bulduğu haberi onu çok heyecanlandırıyordu. Fransız sanatçı Eugene Flandin'in Horsabad kazılarında yaptığı çizimler Paris'te büyük yankı uyandırmıştı. Adı sadece Tevrat'ta geçen uygarlık, binlerce yıldır üzerini kaplayan sis tabakasının ardından yüzünü göstermeye başlıyordu. A.H. Layard, Musul'un Girit kökenli Osmanlı Valisi Mehmed Paşa'yı ziyaretinden sonra, gizemli kalıntılara ulaşabilmek için Dicle Nehri'nde yedi saat süren bir sal yolculuğu yaptı. Ve Ninive sandığı etkileyici höyüğe ulaştı. 9 Kasım 1845 sabahı elinde İstanbul'dan alınmış bir izin yazısı olmaksızın hafriyata başladı. Birkaç günlük çalışma sonucunda bir değil, iki Asur sarayı buldu. Ancak o hala adı efsaneleşmiş Ninive'yi kazdığını sanıyordu. Oysa eski Kalhu (bugün Nimrud) kentinin kalıntılarıyla karşı karşıyaydı. Asur Krallığı'na 150 yıl başkentlik yapmış ama o güne dek adı hiç duyulmamış bir kenti keşfetmişti. Bu kez İstanbul'dan beklenen resmi izin ile geniş çaplı kazılarını sürdürdü ve birkaç yıl içinde British Museum'a çok sayıda eser kazandırdı. 1847'de Musul'un yanında yükselen Koyuncuk Höyüğü'nde yeni bir kazıya girişti ve toprağın 6 metre altında büyük bir yapıyı ortaya çıkardı. Bu kez Ninive'deydi ve bu yapı, Asur Kralı Sin-ahheriba'nın (Sennaherib) muhteşem sarayıydı. 1844 ve 1847 yılları arasında yapılan keşiflerle o zamana kadar adı unutulup gitmiş Asur İmparatorluğu’nun Kalhu (Nimrud), Dur-Şarrukin (Horsabad) ve Ninive (Koyuncuk) adlı üç görkemli başkenti ve tüm sarayları ortaya çıkarıldı. Duvarları, taşa oyulmmuş kilometrelerce uzunlukta kabartma resimler, kapıları da 5-6 metre yükseklikte ve tonlarca ağırlıkta insan başlı, boğa gövdeli ve kanatlı yaratık yontularıyla süslü büyüleyici saraylar Batı dünyasını hayret ve hayranlık içinde bırakmıştı. Mısır’la kıyaslanabilecek yepyeni bir uygarlık bulunmuştu. Çıkarılan eserler, İstanbul’dan sağlanan izinlerle önce Dicle üzerinden sallarla Basra’ya, sonra da deniz yoluyla British Museum ve Louvre’a taşındı; bir bölümü 1855’e kadar dünyanın çeşitli müze ve enstitüleri ile özel koleksiyonlarına dağıtıldı. Büyük Asur yağmasından Osmanlı’ya düşen pay ise, şimdi İstanbul’daki Eski Şark Eserleri Müzesi’nde sergilenen, tümü birbirine benzeyen beş on parçadan başka bir şey değildi. Bir zamanlar Yakın Doğu’ya dehşet saçan Asur, yıkılmasından yaklaşık 2500 yıl sonra böyle keşfedildi.