Devlet büyükleri, aralarında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın (Metnin bundan sonraki bölümlerinde GYV olarak anılacaktır) mütevelli heyeti üyelerinin de bulunduğu kişilerin tertiplediği 9. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları'nda halay çeken, şarkı söyleyen Tanzanyalı, Ganalı, Çadlı, Senegalli, Nijeryalı, Ugandalı ve Zimbabveli gençlerin performansını gururla izliyor. Öyle ki arada duygu seline kapılıp, gözyaşı dökenler bile var. Ataları yüzyıllar önce Afrika'nın kuzeyinden gelip, güney illerimize yerleşmiş siyahlar kadar duru Türkçe konuşan Afrikalı gençleri izlemek göğüs kabartıcı. Çünkü bu, milliyetçiliği nedense hep toprak ve bayrak gibi kavramlar üzerinden idrak eden Türkiye'nin nihayet dil ve kültür ihraç eder hale geldiğini gösteriyor. Yurtdışı faaliyetlerinde böylesi bir başarı yakalayan bir hareketin -Gülen Hareketi'nin- cemaatin, camianın ya da hizmetin; yurtiçinde 28 Şubat darbesinden MİT krizine, usulsüz telefon dinlemelerden uzun tutukluluk sürelerine kadar pek çok kritik tartışmanın göbeğinde yer alması şaşırtıcıdır. Bu yüzden olsa gerek Gülen Hareketi'yle doğrudan ilişkilendirilebilecek kuruluşların başında gelen GYV, yaklaşık 20 gün arayla MİT krizi ve 28 Şubat süreciyle ilgili iki ayrı açıklama yaptı. Gülen Hareketi'nin bu tür konularda açıklama yapmasına pek alışık olmayan medya, özellikle ilk açıklamayı şaşkınlıkla karışık bir ilgiyle karşıladı. Açıklamayı tatmin edici bulmayanlar olduğu gibi övgüyle karşılayanlar da oldu. Mesela Star Gazetesi yazarı Fehmi Koru, üşenmeyip, sözcük sayısını bile 'tespit ettiği' (2777) açıklamayı Magna Carta'ya benzetti. Bu, fazlasıyla iddialı ve mübalağalı bir mukayese idi. GYV'nin ikinci açıklaması da yoğun ilgi gördü. Bu açıklamada geçen en dikkat çekici ifade 'aktif sabır' idi. Sözgelimi bir bilimsel makalede geçse düpedüz oksimoron (zıt anlamlı iki kelimeden oluşan tamlama) olarak nitelendirilebilecek bu kavram, aslında Gülen Hareketi'nin doğasına pek uyuyor. Bu kavramla cemaat, kendi doğasındaki ambivalence (çelişkili, çift değerli) ruh halinin tespitini yapmış oluyor. Kırk yıla yakın bir süredir rejimin, baskı ve dışlamalarına maruz kalan hareket mensuplarına hep sabır tavsiye edildi. Bununla birlikte adında hareket kelimesi bulunan bir grubun, sabır sürecini eli kolu bağlı vaziyette geçirmesi de beklenemezdi. "Zamanı gelmeden harekete geçmeyin, ille de hareket etmeniz gerekiyorsa yerinizde hareket edin," kabilinden tavsiyelerin tam da 'aktif sabır' kavramına karşılık geldiğini söylemek mümkün. Açıklamadaki ikinci dikkat çekici husus; cemaatin, kendisine ilk harfi büyük olacak şekilde hizmet denilmesinden yana olduğu. Birinci açıklamada da hizmet kelimesi kullanılmıştı. Oysa kısa bir süre önce Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, 'camia' kavramını tercih ettiklerini yazmıştı. Belli ki cemaat, isimlendirme konusunda da zorluklar yaşıyor. Ancak şeffaflaşmanın önündeki en büyük engellerden birinin sürekli isim değiştirmek olduğu görülmeli. Çünkü tanımanın ilk prensibi, ismini bilmektir.
CEMAATİN 28 ŞUBAT POLİTİKASI
GYV'nin ikinci açıklaması, Fethullah Gülen'in darbelere destek verdiği yönündeki aşırı yorumların eleştirilmesi amacını taşıyordu. Bu, haklı bir amaç. Zira Gülen, darbe mağduru biri. Gülen'in veya hizmete gönül verenlerin darbeleri desteklediğini söylemek makul değil. En fazla hizmetin, 28 Şubat'ta darbeden zarar görmemek için ekseriya yaptığı gibi 'aktif sabır' politikası güttüğü söylenebilir. Vakfın yaptığı ilk açıklamayı ise MİT krizinden sonra adı yıpranan Gülen Hareketi'nin, bir PR (halkla ilişkiler) çalışması olarak görmek yanlış olmaz. Ancak açıklamanın hareketle ilgili soru işaretlerini ortadan kaldırdığı söylenemez. Açıklamada kendini, "İlhamını inançtan alan, evrensel insani değerler çerçevesinde, birlikte yaşama kültürü oluşturmayı hedefleyen, gönüllülerden oluşan bir sivil toplum hareketi" olarak tanımlayan hizmetin siyasi partilerle organik bağının olmadığı belirtilmişti. Bu, elbette hizmetin siyasi yönü de olan bir hareket olmadığı anlamına gelmiyor. Açıklamada da dikkat edilirse hizmetin 'non-politik' olduğunu gösteren bir emare yok. Aksine açıklamanın bütününe sinen siyasi yorumlar; hizmetin, bugüne kadar tersi söylense bile siyasete ilgili bir yapılanma olduğunu gösteriyor. Hizmetin siyasete ilgisi, Türkiye'de son yıllarda yaşanan değişimin tek aktörünün AK Parti olmadığı mealindeki bir cümleye GYV'nin açıklamasında yer verilmiş olmasıyla da doğrulanıyor. Hatta açıklamada demokratikleşme sürecine katkıda bulunan meslek grupları arasında yargı mensupları da sayılıyor. Ama aynı zamanda "Emniyet ve yargı mensuplarının camia ile irtibatlandırılması kasıt taşımaktadır," deniliyor. Belki de bu cümle "Yargıda camiayla irtibatlı kişiler var," şeklinde değil de "Hizmete gönül veren yargı mensuplarının demokratikleşmede katkısı var," şeklinde kurulsa bu tür bir itiraz gelmeyecekti. Açıklamada ayrıca devleti ele geçirme ve sızma söylentilerine de cevap veriliyor ve bu tür söylentiler 'insafsızlık' olarak nitelendiriliyor. 'Sızma' kelimesinin ne zaman, kim tarafından ortaya atıldığını bilmek mümkün değil. Ama 1 Şubat 1979'da gazeteci Abdi İpekçi'nin Mehmet Ali Ağca tarafından öldürüldüğü gün, kapağında İtalyan ressam Bruno Amadio'nun meşhur 'Ağlayan Çocuk' resmiyle ilk kez piyasaya çıkan Sızıntı dergisinin adının, cemaat karşıtlarına 'sızma' söylemiyle ilgili ilham verdiği düşünülebilir.
GÜLEN HAREKETİ'NİN ELİTLERİ
GYV'nin sık sık başvurduğu hoşgörü, demokrasi, şeffaflık, çoğulculuk ve toplumsal uzlaşma gibi kavramlardan bazıları MİT krizi ve 28 Şubat süreciyle ilgili açıklamalarda da kullanıldı. Ne var ki, bazı kavramları sık kullanmak her zaman o kavramlara uygun bir görüntü vermek anlamına gelmiyor. Gülen Hareketi'nin şeffaf olmamakla itham edilmesi bunun en önemli kanıtı. Cemaatin çoğunluğunu/tabanını, maksadı sadece hizmet olan insanlar oluşturuyor. Ama yukarılarda cemaatin gücünü arkasına alıp yanlış işler yapan küçük bir azınlık var. Bunlar cemaatin elitleri. Cemaatle ilgili değerlendirmelerde bulunurken bu azınlık ile çoğunluğun kesin çizgilerle birbirinden ayrılması gerekiyor. Aksi takdirde yüz binlerce, belki de bir milyonu aşkın gönüllüye haksızlık yapılmış olur. Bu insanların çoğunun kendilerince büyük bir ideal için samimiyetle çalıştığı, türlü türlü fedakârlıklarda bulunduğu muhakkak. Afrika'nın uzak bir bölgesinde evinden, ailesinden ayrı çalışan cemaat mensuplarına cüzi maaşlar verildiği biliniyor. Emniyet mensuplarının bile maaşlarının yüzde 10'unu 'himmet' olarak harekete bağışladığı yönünde bilgiler var. Tam da bu noktada Gülen Hareketi'nin, kendisine gönül vermeyenlerden önce verenlere ne vaat ettiği ve sunduğu sorusu gündeme geliyor. AK Parti'nin, kendi tabanına yönelik vaatlerinin yanı sıra toplumun diğer kesimlerine vadettikleriyle iktidara geldiği ve üç dönemdir iktidarda olduğu düşünüldüğünde ötekilere ne vadedildiği sorusu önem kazanıyor. Gülen Hareketi henüz ilk soruyu bile cevaplayabilmiş değil. Bu soru doğru yanıtlanırsa cemaatin -Türkiye'nin bir dönem dış politikada yürüttüğü- 'sıfır sorun' politikası gerçek anlamda başarıya ulaşmış olur. Cemaatin öteden beri ulusal ve küresel ölçekte 'sıfır sorun' politikası güttüğü söylenebilir. Ancak 'sıfır sorun' prensibi, dış politikada Arap Baharı gibi öngörülemeyen sebeplerle 'sürekli gerginlik' siyasetine dönüştüğü gibi cemaat de 'sıfır sorun' niyetiyle yola çıkıp, toplumun kimi kesimleriyle, son olarak AK Parti'yle bile çatışma görüntüsü vermeye başladı. 'Sıfır sorun' politikası, Şubat ayı başında MİT krizinin patlamasıyla iflas etme noktasına geldi. Ancak MİT krizinden bu yana gerilimin her iki tarafça kontrollü olarak düşürüldüğünü görmek mümkün. Son olarak MİT İstanbul Bölge Başkanı'nın İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nü ziyaret etmesi ve özel yetkili savcıları Serencebey'de bir yemekte ağırlaması krizin şiddetinin azaldığını gösteriyor. Çok değil, iki ay önce polislerin savcılığın talimatıyla aynı Serencebey'e MİT yöneticilerini gözaltına almak için gittiği göz önüne alındığında varılan uzlaşma küçümsenmemeli. Ne var ki bu gelişmelere bakarak krizin tamamen sona erdiğini söylemek mümkün değil. Tekrar Şubat ayındaki gibi büyük bir kriz çıkmasa da gerilimin alttan alta devam edeceği görülüyor. Çünkü var olan çatışma, yeni Türkiye'de kimin ne kadar söz sahibi olacağıyla ilgili yaşamsal bir çatışma. Bununla birlikte yeni Türkiye'nin aktörlerinden yalnızca biri olan cemaat, Türk'ünden Kürdü'ne, Alevisi'den Lazı'na, dindarından dindar olmayanına, milliyetçisinden liberaline Türkiye'nin hemen tüm toplumsal ve siyasal kesimlerinin taleplerini karşılama iddiasındaki büyük bir partiyle açıktan savaşma yoluna gitmeyecektir. Bunun yerine yarım asra yakın bir süredir yaptığı gibi 'aktif sabır' taktiğini gütmesi sürpriz olmaz.
KUTU DEMİREL'E ÖDÜL VEREN VAKIF
GYV, daha çok Abant'taki toplantılarla adını duyurmuş bir kuruluş. Vakfın desteklediği Abant Platformu'nun tertiplediği toplantılarda Kürt sorunu, Avrupa Birliği, demokratikleşme gibi siyasi konular ele alınıyor. Abant'ın bu anlamda vakıfla ve cemaatle bütünleştiği söylenebilir. Öyle ki Twitter'da cemaatin, partileşmeden siyasetle ilgileniyor olmasını mizahi bir dille eleştiren "Abant başkent olsun," gibisinden cümlelere rastladım. Abant'ın, Osmanlı payitahtı İstanbul ile Cumhuriyet başkenti Ankara arasında yer aldığı düşünüldüğünde espri daha bir anlam kazanıyor. GYV, kendi sitesinde yer alan metne göre Türkiye'nin, kültür ve inanç zenginliğinin günümüze uyarlanarak dünyaya sunulmasına katkıda bulunmak amacıyla 1994 yılında kuruldu. GYV, pek çok devlet büyüğüne ödül vermiş bir kuruluş. Bunlardan biri 10. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel. Vakıf, 28 Şubat sürecinde dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'ya hoşgörü ödülü vermek istemişti. Vakfın bu girişimi Karadayı'nın ret cevabıyla akamete uğrayınca ödül, bugün 28 Şubat'ın asıl mimarı olarak anılan dönemin başkomutanına, Cumhurbaşkanı Demirel'e verilmişti. GYV'nin Mütevelli Heyeti Başkanı, Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı. Dumanlı, Herald Tribune'de yer alan cemaatle ilgili haberi ağır bir dille eleştirdi. Dumanlı'nın "Tam bir gazetecilik rezaleti!" dediği haber daha sonra New York Times'da da yayınlandı. Bu tür haberleri şaşkınlık ve kızgınlıkla karşılamamak gerekiyor. Vaktiyle Fethullah Gülen'i 'Yaşayan En Büyük 100 Entelektüel' arasında ilk sıraya yerleştiren Foreign Policy de geçtiğimiz aylarda Gülen aleyhine bir yazı yayınladı. 'Yaşayan en büyük entelektüel' övgüsü memnuniyetle karşılanıyorsa aleyhteki haber ve yorumlara da kızmamak gerekir.