Olup bitenleri anlamak için belki de içerden çok dışarıdaki gelişmelere bakmak daha zihin açıcı olacaktır.
ŞEREF OĞUZ: OKYANUS ÖTESİNDEN...
Vasat ülkeler liginden çıkıp büyük devlet olmaya karar vermiş, yetmemiş gibi bunu dünyaya haykırmışsan, başının belaya sokulması, rakiplerin için kabul edilir olmasa da anlaşılabilir bir durumdur. Anlaşılmaz olan, bu belaların içindekilere yaptırılmasıdır. İran'ın Batı ile anlaştığı gün, içimizden bazıları bu gelişmeyi "tehlikeli" bulmuştu.
Zira Batı'daki 7, Doğu'daki 37 milyar $'ı serbest kalacak İran'ın, büyümemize olumlu katkısı, onlara göre "tehlike" idi. Zira daha hızlı büyüme, iç ve dış muhalefetin işine gelmiyordu. Yalnızca Kuzey Irak'ta 2020'de yıllık 108 milyar $'lık petrol geliri, bölgesel güç olma projemize hizmet edecek unsurlardan biri... Enerji koridoru, kural koyucu ülke gibi tehlikeler (!) bir şekilde bertaraf edilmeliydi.
Yaşlanan ve yavaşlayan AB'nin Gümrük Birliği, vize ve üyelik süreci dâhil yaptıkları, büyük oyuncuya küçük çelmelerin ifadesi adeta... Şimdiye dek kurala uyagelmiş, büyük ihaleleri daima küresel oligarşiye ve yerli işbirlikçilerine vermiş Türkiye, bu defa farklı davranıyor, dinamik, yurtsever girişimcileri devreye alıyor. Olacak şey mi? Peki, okyanus ötesi? Halkbank'a yapılan bunun somut göstergesi...
ABD'nin neocon'ları öteden beri halkın bankasının petrol ve İran dâhil, farklı alanlardaki faaliyetlerini, Türkiye için muhteşem olsa da kendileri için tehlikeli buluyorlardı.
Tecelliye bakın ki talimat okyanus ötesinden geldi ama çelmeyi atan bizim insanlarımız oldu. Türkiye'yi faiz cenneti olmaktan çıkaracak, büyütecek, küresel oyuncu haline getirecek, yeni alanlarda güçlü kılacak, ballı ihaleleri kesecek kısaca büyük oyuncu olma kararı verip uygulayacaksın... Yok, öyle, burası Türkiye... Okyanus ötesi dalga, bürokratik oligarşisiyle sabahın köründe tepene biner.
Peki, başarır mı? Asla...
Sadece Türkiye'ye zaman kaybettirir.
EMRE AKÖZ: OPERASYONUN EKONOMİ-POLİTİĞİ
Dün kapsamlı bir operasyonla...
Çok sayıda işadamı ve çeşitli kurumların, farklı kademelerindeki yöneticileri gözaltına alındı. Ekonomi-politik açısından bu olayın anlamı nedir? Dikkatinizi çekerim: Hukuki anlamı nedir, demiyorum.
Yani gözaltına alınanlar suçlu mu, suçsuz mu? Veya operasyon haklı mı, haksız mı diye sormuyorum. ("Bal tutan, parmağını yalar" sözü elbette aklımızda.) Hükümetin izlediği ekonomi politikası açısından operasyonun hangi anlama geldiğini sorguluyoruz.
Hem iç talebi canlı tutmak, hem de depreme dayanması mümkün olmayan konutlardan kurtulmak için Hükümet, bir süredir özellikle büyük kentleri şantiyeye çevirdi.
Niye bunu tercih etti? Çünkü inşaat diğer sektörleri de canlandıran, parayı hızla dolaştıran bir alan.
Bina yaptığınızda, camcı da kazanıyor, parkeci de; armatürcü de memnun oluyor mobilyacı da... Bankalar müteahhitlere ve konut alacaklara kredi açarken, vasıfsız işçiler de iş imkânı buluyor...
Dünyada da önemli
ABD'de de ekonominin barometresi gibidir inşaat sektörü. Eğer sektör sağlıklı biçimde genişliyorsa ekonominin orta vadedeki geleceğinin iyi olduğu düşünülür.
Tersine, inşaat sektörü yavaşlıyorsa, alarm zilleri çalar, çünkü ardından bir krizin gelebileceği düşünülür. Özetle inşaat, dünyanın her yerinde siyaset için de önemlidir, ekonomi için de...
Dün yapılan operasyonlar, esas olarak inşaat sektörünün çevresinde konuşlanmış, doğrudan veya dolaylı olarak bu sektörden yararlanan kişileri hedef alıyor.
Bu satırların yazıldığı sırada henüz kesin bir durum, bir gelişme yoktu ortada.
Sanırım yurt gezisindeki Başbakan Erdoğan, henüz kurmaylarından tüm bilgileri almamıştı. Ancak şunu tahmin etmek zor değil: Başbakan ve çevresi, bu operasyonları kendilerine yapılmış bir saldırı olarak algılayarak hareket edecektir.
Unutmadan: Seçimler yaklaşırken olayın bir de siyasi propaganda boyutu var... AK Parti inşaatlarla daima gurur duydu. Ticari ya da konut, her türlü yeni binayı gelişmenin ve modernleşmenin somut işaretleri olarak gördü.
Velhasıl son yıllarda ekonomi politiğin stratejik sektörü olan inşaatla ilgili bir operasyon yapılması, Hükümetin hiç ama hiç hoşuna gitmeyecektir.
Gergin bir Türkiye
Dahası da var: Operasyonu kim yapıyor? Savcılık ve Emniyet... Yani Gülencilerin bolca bulunduğu kurumlar. Hocaefendi'nin geçen günkü "geri adım" açıklamasını, "kavga örtülü biçimde sürecek" diye yorumlamıştım.
Meğer yanılmışım: Kavganın, dershaneler konusunda olduğu gibi, gayet açık bir şekilde devam edeceğini görüyoruz.
Başbakan Erdoğan'ın tam seçim dönemine girerken yaptığı dershaneler hamlesinin, Cemaatin etkinliğini epey azaltacağı düşünülmüştü.
Halbuki şu anda tam tersi olmakta.
Hükümet bir yandan seçimlerle uğraşırken, bir yandan da bu operasyonun sonuçlarıyla uğraşacak.
Seçimler bitene kadar gergin bir Türkiye'de yaşamaya hazır olalım.
HASAN CELAL GÜZEL: BABALAR VE OĞULLAR...
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca dün sabah 'yolsuzluk ve rüşvet' iddiasıyla yapılan operasyonlar neticesinde 37 kişi gözaltına alındı. Bu 37 kişinin içerisinde ne yazık ki hâlen babaları bakanlık görevinde olan isimler de var. İçişleri Bakanı Muammer Güler'in oğlu Barış Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın oğlu Salih Kaan Çağlayan ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın oğlu Abdullah Oğuz Bayraktar da ne yazık ki gözaltına alınanlar arasında bulunuyorlar.
Bu kişiler gerçekten yolsuzluk ve rüşvet suçu işlemişlerse, elbette cezalarını çekmelidirler. Tabiatıyla genç ve iyi eğitilmiş insanımızın içine düştüğü bu durum çok üzücüdür.
Lâkin ben en çok da bu oğulların babalarının durumuna üzülüyorum. İçişleri Bakanı Muammer Güler'i de, Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ı da, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ı da yıllardır yakından tanıyorum.
Oğullarının işledikleri iddia edilen bu suçlarla hiçbir ilgilerinin olmadığına eminim.
Ben bu bakanların oğullarını hiç tanımam. Kendilerine isnat olunan suçları işlememiş olmalarını temenni ederim. İnşaallah kısa sürede suçsuzlukları ortaya çıkar. Lâkin gerçekten suç işlemişlerse, kimin yakını olurlarsa olsunlar suçlarının cezalarını çekmelidirler.
Bu arada bu operasyonların, tam da seçimlerden önce, siyasî bir maksatla yapılmadığını ümit ediyorum.
Eğer hedef, oğullarının işledikleri iddia edilen suçlarla, önce babalarını, daha sonra Hükûmeti ve Başbakan'ı yıpratmaksa, bunun bedeli sadece AK Parti İktidarı tarafından değil, Türkiye bakımından da ağır şekilde ödenecektir.
MAHMUT ÖVÜR: BÜROKRASİNİN SİYASETE DARBESİ
Türkiye'nin 90 yıllık tarihi siyasete müdahalelerin tarihidir aynı zamanda.
Sivil siyaset ne zaman başını kaldırsa, inisiyatif koysa hep engellendi. Kimi zaman tasfiyeyle kimi zaman darbeyle, kimi zaman da tezgâhla önüne geçildi.
Bu sürecin en bilinen aktörü askerdi. Elinde silah olan asker Cumhuriyet tarihi boyunca ya sivil iktidarları açık açık alaşağı etti ya da çeki düzen verdi. Sıkıştığında yargıdan medyaya, iş dünyasından sivil toplum örgütlerine herkesi devreye soktu.
Siyaset kuşatılmış, devletin kurumları esir alınmış durumdaydı.
Birkaç yıldır bu durum biraz olsun normalleşmeye başladı. Asker eksenli darbeler, muhtıralar, müdahaleler bitmiş ama risk bitmemişti.
Tam bu noktada AK Parti iktidarı Türkiye'nin 100 yıllık sorunlarıyla yüzleşmeye ve onları çözmeye kalktı.
İşte ne olduysa ondan sonra oldu.
Önce 7 Şubat 2012 yargı darbesi geldi.
Arkasından adım adım bugünlere gelişin süreci örüldü. Çözüm sürecine karşı inanılmaz bir karşı kampanya başlatıldı ve eşzamanlı olarak "İktidar otoriterleşiyor" teziyle algı yaratılmak istendi.
Yeni Türkiye'ye karşı topyekûn bir savaştı bu. Siyasette yeni ittifaklar, yeni koalisyon arayışları gözle görülür biçimde yapılmaya başlandı. Yeni anayasayı başaramama meselesi de bunun bir parçasıydı. Hatta CHP Genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun önce sıcak baktığı, sonra vazgeçtiği Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nun anlaştığı "60 maddeyi Meclis'e getirme" girişimi de bu ilişkiler sonucu rafa kaldırıldı.
Çözüm süreci gibi 100 yıllık bir sorunu çözmeye girişen bir ülkede, dershane meselesinin "ölüm kalım" meselesine dönüştürülmesi de bu planın bir parçasıydı.
Şimdi sivil siyasete açıktan müdahalenin yapıldığı yeni bir döneme giriyoruz.
Milletvekili istifalarıyla -birkaç kişi daha istifa edebilir- bu sürecin işaret fişeği ateşlendi.
Ve en önemlisi silah olarak yargının harekete geçirilmesiydi. Seçim sürecine girilen bir dönemde yapılanlara bir bakın.
Bu ülkenin en üst anayasal kurumu, Anayasa Mahkemesi uzun tutukluluk konusunda Mustafa Balbay üzerinden bir karar veriyor.
Diyor ki, "haksızlığa uğradın ve tahliye edilmen gerekiyor."
Yerel mahkeme de bunun gereğini yapıyor. Ancak aynı şey mahkûmiyet almamış KCK'dan tutuklu BDP milletvekilleri için yapılmıyor.
Neden? Nedeni açık, siyasi gerilim yaşansın... Gezi'yle sokağa dökülmeyen PKK-BDP hattını sokağa dökerek bir taşla iki kuş vurulmak isteniyor. Çözüm süreci bitecek, iktidar siyaseten sıkıştırılacak.
Bu eski Türkiye'deki başbakanları, sivil iradeyi dinlemeyen askeri darbecilere benzemiyor mu? Onlar da kendi bağlı oldukları kurumu dinlemiyordu.
Bu açık hukuksuzluğu örtmek ve siyaseti abandone etmek için ertesi gün ne yapılıyor? Herkesi şoke eden, "yolsuzluk" operasyonu.
Bu bürokrasinin siyasete, topluma darbesidir.
Bürokrasi yıllardır bu topluma kan kusturdu halen de kusturmaya devam ediyor.
Rahmetli Turgut Özal sık sık bürokrasiyi aşamadığını söylüyordu. Başbakan Erdoğan da aynı şeyleri söyleyegeldi. Ancak askeri bürokrasiyle baş edildi ama sivil bürokrasi hâlâ ceberutluğunu sürdürüyor.
Siyaseten alternatif oluşturamayanlar, siyasi kaosla ekonomiyi zayıflatıp hedeflerine ulaşmak istiyor.
Seçim öncesi böyle çok yönlü bir tutuklamayı başka türlü açıklamak mümkün değil.Siyasi partilerin, siyasi aktörlerin ve sivil toplumun tıpkı kaset tezgâhı gibi bu tezgâha da karşı çıkması gerekiyor.
SEVİLAY YÜKSELİR: YA DERİN DEVLET YA SADECE MİLLET!
Sonunda söyleyeceğimi en baştan söyleyeyim bir kere!
Kim ki rüşvet ve yolsuzluk gibi pis işlere bulaşmış... Kim ki bulunduğu pozisyonu, mevkiyi kullanarak cebini, kasasını kirli akçeyle doldurmuş cezasını çeksin! Hem adalet önünde çeksin hem de ahirette çeksin.
Allah şahit, babamın oğlu olsa, bu tür çirkin yollara tevessül etmiş kimseye sahip çıkmam. Bırakın sahip çıkmayı hakkımı helal de etmem. Çünkü eğer çalmışlarsa, çaldıkları biraz da benim param. Benim emeğim ve benim alın terim...
Ancak... Aralarında 3 bakanın oğlunun da olduğu iddia edilen dünkü operasyonun böyle bir hakkaniyeti ortaya çıkarmak için yapıldığından çok emin değilim. Haa...
Bu operasyon normal bir zamanda yapılmış olsaydı eğer, doğruluğundan şüphe duymak bir yana, emin olun "o operasyon sonuna kadar gitsin" diye elimden gelen desteği verirdim. Ama böyle bir zamanda... Emniyet ve yargı içinde konuşlu olduğu bilinen derin yapının, çetelerin mevcut hükümeti şantaj yaparak sindirmeye, diz çöktürtmeye çalıştığı bir dönemde yaptığı bu operasyon maalesef hiç inandırıcı gelmedi bana. Kusura bakmasın operasyonu yapan emniyet ve yargı mensubu arkadaşlar ama zamanlama çok manidar. Çok marazalı.
Kaldı ki kendileri de farkındadır herhalde operasyona hiçbirimiz yani en azından olayın derinliklerine hâkim hiç kimse şaşırmadı. Çünkü bu ve benzer operasyonların yapılacağını zaten aylardır yazıp çiziyordu Emre Uslu, Mehmet Baransu gibi emniyet camiasında güçlü kaynakları, bağlantıları olduğu bilinen insanlar.
Tabii insan bunu bilince ister istemez soruyor; "Madem elinizde bu dosyalar vardı.
O halde neden bu kadar beklediniz?
Ne için seçim arifesinde bu operasyonu yapma ihtiyacı hissettiniz?" Nedeni gayet basit. Önce içeriğini henüz bilmediğimiz bu dosyalarla hükümete, Başbakan Erdoğan'a şantajlar yapıldı. Ellerinde bazı bakan, bürokrat ve milletvekillerine ait yolsuzluk, rüşvet ve cinsel içerikli kasetler olduğu iddia edildi.
Ama Başbakan Erdoğan hiçbirine boyun eğmedi. Hatta şunu biliyorum; dershanelerin dönüştürülmesi ile ilgili alınan karardan sonra yapılan ilk bakanlar kurulu toplantısında kendisinden geri adım atması yönünde ricada bulundu bazı kabine üyeleri. Ama Başbakan o toplantıda çok açık ve net biçimde bu kararından asla vazgeçmeyeceğini çünkü vazgeçmesi halinde bunun devlet içinde konuşlu çetelerce kendisine aylardır yapılan tehditlere, şantajlara boyun eğmek anlamına geleceğini söyledi. Ve mealen şu ifadeleri kullandı: "Ben kendimden eminim! Korkacak, sinecek ve bu çeteye boyun eğmemi gerektirecek en ufacık bir defom yok! Beni bu tehditlerle yıldıramazlar ve bana istediklerini de bu yolla yaptıramazlar!"
Hülasa... Emin olun bu işin derinliklerinde ne olup bittiğini bilen hiç kimse şaşkınlık geçirmedi dün yapılan operasyondan. Zaten Konya'da konuşan Erdoğan farkındaysanız çok rahattı. Net biçimde tavrını koydu: "Adli süreç devam ederken konuşmam doğru olmaz" dedi gazeteciler yorumunu isteyince ama kürsüde de operasyonu ve arkasındaki derin güçleri hedef alarak "İstedikleri kadar çirkin yola tevessül etsinler, istedikleri kadar kirli ittifakların içine girsinler. Türkiye'de artık söz milletindir, karar milletindir, yetki milletindir.
Arkasına karanlık odakları alanlar bu millete istikamet çizemez. AK Parti iktidarı buna izin vermez. Saldırılar, tuzaklar bu millete diz çöktüremedi, bundan sonra da çöktüremez!" şeklinde konuştu. Ben de aynen kendisine katılıyorum.
MEHMET BARLAS: SİYASET KAN DÖKÜLMEDEN YAPILAN BİR SAVAŞ MIDIR?
Neye niyet, neye kısmet...
Açıkçası bu satırların yazarı dahil "Cemaat" merkezli gerginlikleri izleyen pek çok kişi, iktidar kanadındaki bazı önemli kişilere ait cinsel içerikli kasetlerin siyaset piyasasına sürülmesini bekliyorduk.
Bunun yerine yolsuzluk iddialarına dayalı gözaltılar geldi.
Kısacası savaşta kullanılan araçlar beklenenlerden farklı olsa da "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" diyerek, Erich Maria Remarque'nın yazdığı ve savaşın korkunçluğunu anlatan romanını (Im Westen nichts Neues) hatırlayabiliriz.
Romanda 1'inci Dünya Savaşı'na katılan Alman gençlerinden bedenen ölmeyenlerin de, ruhen öldüğü anlatılır... Özetle kimse savaştan sağ çıkmaz. Erich Maria Remarque, bağnaz duygularla doldurulmuş gençlerin savaşın insafsızlıklarla dolu gerçeği karşısındaki çaresizliklerini işlediği için, bu roman da Naziler'in yaktığı kitaplar arasında yer almıştı.
Bizim siyaset savaşlarımız
Bizdeki siyaset savaşlarına gelince...
Bu savaşlarda her türlü yöntemin geçerli görülmesini yadırgamayalım.
Mao ne demiş:
- Siyaset kan dökülmeden yapılan savaştır, savaş ise kan dökülerek yapılan siyasettir...
Bizdeki garip durum ise siyaset dışı oldukları varsayılan kurumların da, savaşan taraflar arasında yer almaları değil midir?
Ama bu noktada stratejik önem taşıyan bir ayrıntıyı da unutmayalım. Nihai sonuç "Savaş"ın sonunda belli olur...
Bir "Muharebe"den kazançlı çıkmak, savaşın galibini belirlemez. Siyaset savaşının nihai galibi de demokrasilerde seçimlerle belli olur...
Yakın dönemlere kadar, Türkiye'de siyasetin galipleri seçimlerle belli olmazdı.
Her türlü yöntemi kullanan Derin Devlet'in egemen olduğu siyaset tarzında, seçim sandığı teferruattı...
Derin millet var artık...
Vesayetçi rejim sona erdiği için şimdi derin devlet yerine siyasette "Derin millet" var. Ama seçim kazanmadan ve siyasi risk almadan iktidar sahibi olmak isteyenler, yeni cepheler açmaya çalışıyorlar. Daha önce de MİT'i hedef alan bir girişim yok muydu?
Bu nedenle "Acaba yarın da neler olacak" diye meraklanmayalım.
Her yeni günün yeni gelişmelerle dolu olacağı belli... Ve "Demek devlet içinde bir de paralel devlet varmış" diyerek de ümitsizliğe düşmeyelim.
Çünkü olaylar ne kadar şaşırtıcı olsa da, burada tek devlet var artık.
Bu gerçeğin ışığında Başbakan Erdoğan'ın Konya'da şu söylediklerini de dikkate alalım:
Kimin ne hesabı varsa... "
- Arkasına karanlık odakları alanlar, çeteleri alanlar, bu ülkeye bu millete istikamet çizemezler. Arkasına sermaye ve medyanın gücünü alanlar, bu ülkenin istikametini değiştiremezler.
Birtakım karanlık çevreleri alanlar, istikametimizle oynayamazlar. Türkiye'nin ayarlarını değiştiremezler. Türkiye üzerinde operasyon ve ameliyat yapılacak bir ülke değildir. AK Parti iktidarı buna izin vermez.
- Kimin ne hesabı varsa, kendilerine güveniyorlarsa, o seçime girsinler, hesabı orada milletle görüşsünler.Hesabını sandık dışında görmek isteyenlere ne millet ne de biz müsaade etmeyiz. Türkiye bir muz cumhuriyeti değildir. Türkiye üçüncü sınıf bir kabile devleti değildir. İçerden ya da dışardan hiç kimse benim ülkemi karıştıramaz. Benim ülkemde çirkin tuzaklar kuramaz."
RASİM OZAN KÜTAHYALI: RECEP TAYYİP ERDOĞAN
2007-11 dönemi kendini demokratik siyasetin üstünde sayan haddini bilmez generallerle mücadele dönemiydi...
***
Ben de o dönem kellem koltuğumda vesayetçi generallerle bağıra çağıra mücadele ettim. Türkiye beni öyle tanıdı...
***
Şimdi de kendini demokratik siyasetin üstünde sayan haddini bilmez şantajcılarla mücadele dönemi...
***
Yazmaya ve TV'ye çıkmaya başladığım ilk günden beri bürokratik vesayetin karşısında ve sivil siyasetin tarafındayım...
***
Askeri vesayet ne kadar iğrenç ise Emniyet-Yargı vesayeti de o derece iğrençtir...
***
Emniyet-Yargı vesayetinin gölgesi demokrasinin üstünü kaplarsa sadece AKP değil CHP ve MHP de hadım olur...
***
CHP ve MHP kendilerini de hadım edecek bir vesayet operasyonunu destekliyorlar şu an...
***
Demokratik siyaset kurumu kendini katletmek isteyen Emniyet-Yargı cuntasına karşı boynunu uzatıyor...
***
Bu cuntanın kullanışlı aptallar olarak adlandırdığı aydınlar Emniyet-Yargı cuntasının kucağında...
***
Fakat asla bu cuntaya taviz vermeyecek bir adam var... Rahat olun.Yine o kazanacak olan...
***
Recep Tayyip Erdoğan...