Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Hep Aynı Boşluk...olmasın!

Ahmet Hamdi Tanpınar Türkiye’de, gerekçeleri, nedenleri artık daha fazla anlaşılamayan bir ‘fenomen’e dönüşmüş durumda. Gün geçmiyor ki, onunla ilgili bir haber, yeni bir yayın, ilgili mecralarda yer bulmasın. Bunda Tanpınar ‘muhibbi’ kişilerin katkısı çok büyük. Onun için kurulmuş internet siteleri, vakıflar var. Tanpınar üstüne tezler yazılıyor, kitaplar yayımlanıyor, seminerler düzenleniyor. Tanpınar’ın mirası parça parça gün ışığına çıkarılıyor

Ona inançla bağlı bir hocalar kuşağı ve çevresi bazı unsurları Tanpınar'ı bir efsaneye dönüştürdüler. Örneğin 'defterleri/günlüğü'. Lokma lokma, damla damla kamuoyuna sunulan bu defterler nihayet gün ışığına çıktı, olay oldu. Bilinen, parça parça duyurulan 'Suat'ın yazdığı mektup' şu sıralarda bulundu.
Hâlâ okuyamadık ama ilgili çevre çalkalanıyor. Derken arşivi tasnif ediliyor.
Derken onun için bir internet sitesi kuruluyor.
Kısacası, Tanpınar bir 'pop star' gibi yayılıyor, genişliyor, ilgi topluyor.
Geçenlerde yazdığı bir yazıda Selim İleri de bu konuya değiniyor ve Tanpınar'ın ileride okunup okunmayacağını soruyordu.
Haklı, yerinde, geçerli bir soru. İleri'nin sorusu Tanpınar'ın yapıtının niteliğiyle, Tanpınar'ın yazarlığıyla ilgili değildi. Kendisi de Tanpınar üstüne düşünmüş ve onu eksen alan eşsiz bir öykü yazmış İleri, bu ilginin gerçek olup olmadığını ve ileride devam edip etmeyeceğine değiniyordu.
Sorunun cevabını bilmiyoruz. Çünkü, Tanpınar'ın bugün neden böyle bir ilgi topladığını bilmiyoruz. Oysa daha önceki dönemlerde, örneğin ilk keşfedildiği yıllarda Tanpınar'ın çekiciliğini anlamak daha kolaydı.
Türkiye 1990'lara kadar Doğu-Batı sorunuyla iç içeydi. Fakat daha o tarihlerde de saptadığım gibi, 1980'lerle birlikte bu 'krizin' dışına çıktık. Artık ne Tanzimat döneminin ne Cumhuriyet döneminin ne 1970'lerin zihniyet kalıpları içindeydik. O dönemlerde yaşanan türden bir keskinlikten, baskıdan hayli uzaklaşmıştık. 1980'lerin sosyo-kültürel ikilimi bize dilediğimiz gibi, 'kompleks duymadan' yaşamasını hatırlatmıştı.
Tanpınar bu çatışmanın kat yerlerinden biriydi. Huzur romanı neredeyse bu çatışmanın algılanışına dönük bir tragedyadır.
En geniş manasında 'modernleşme' serüvenimizin insan bilincinde nasıl konakladığını, onu nasıl etkilediğini, dönüştürdüğünü sorguluyordu.
Burada hayli hassas bir nokta söz konusuydu. Tanpınar'ın göndermeleri, özellikle roman ve öykülerinde, Batılı normlara ve kültürel kategorilere, kanonlara dönük değildi. Sürekli olarak bazı Batılı kültür insanlarının da adı geçmekle birlikte, Tanpınar esasen Osmanlı kültürünün öne çıkmış veya gizli kalmış kültürel olgularına atıfla örüyordu nesrini. Fakat orada da bir oyun vardı. Tanpınar, İstanbul'u anlatarak bütün bu Osmanlı kültürel ögelerinin bir harmanını verebileceğini düşünüyordu. Bunu yaptı. Gene de bütün bu birikim onu yaşadığımız kültürel bunalımı duymuş, üstünde düşünmüş, yarattığı kişileri bu bunalımı etinde kemiğinde duyan bir yazara dönüştürmüştü. Onu bir ayna gibi kullanıyor, acımızı, ıstırabımızı, buhranımızı tanıyorduk.
Buradan bir ipucu alarak ilerleyeyim ve Tanpınar'ın topladığı ilgiye dönük yorumumu genişleteyim.
Tanpınar, son kertede 'kültürün' yazarıdır.
Tanpınar kültür üstünde düşünmüş, kültürü çözümlemiş, kültürün insan ve birey olarak bizde nasıl biçimlendiğini, bizi nasıl biçimlendirdiğini anlamaya ve anladığı kadar da anlatmaya çalışıyordu.
Tanpınar, bırakın düşünce yazılarını deneme ve makalelerini, bugün ister şiiri, ister öyküsü, ister romanı olsun bir düşünce adamıdır.
1970'lerdeki büyük sol dalga ve onun sertliği karşısında daha geride, daha çekinik duran kesimler onu bu özelliğiyle 'diğer taraf'a karşı çıkarılacak tek isim olarak kullanıyordu. Bugünkü kadar dışa dönük, yaygın bir şekilde değil. Kendileri için, hatta kendilerine karşı.

'KIRTİPİL HAMDİ' DİYE ANILAN
İkincisi, Tanpınar, bütün o Bergsonlar ve herhalde hayli uzaktan baktığı sürrealizm ve nihayet Valery-Baudelaire üstünden geldiği kapalı, sembolist duyarlılıkla insanın gizli yanlarına zayıf ama turuncu, sıcak bir ışık tutar. Bu kesinlikle bir neon değildir. Bir mum ışığıdır, bir çıranın ışığıdır. O nedenle de yarattığı gölgelerle daha da büyüleyicidir.
Tanpınar'ın dünyası bu şekilde karmaşıklaşır.
Hayattayken gazetelere ve dergilere saçılmış yazıları bir araya getirilmemiş, o kadar önemsenmeyen, 'kırtipil Hamdi' diye anılan, bu boheme, içkiye, kumara müptela, "Borç beni çıldırtacak" diyen, kadınların gizli aşığı adamın düşünce dünyasının bilinmesi ne kelime, dikkate bile alınmıyordu. Kaldı ki, Türkçenin en güzel yazılarından saydığım Lodosa, Sise ve Lüfere Dair başlıklı yazının sahibi, vefatından hemen önce 1962 yılında bile çok eski bir 'sentaks'la yazıyordu. Bütün ilgileri, zevki ve dil ve anlatımı eskiydi. O dönemin, hele 1940'ların ve 1950'lerin şiirinden geçmiş bir Türkiye'de Tanpınar'ın önemsenmesi olanaksızdı. Gerçekten de 1962 gibi geç bir tarihte, İkinci Yeni şiirin bile denendiği bir dönemde Tanpınar'ın ilgi toplaması olanaksızdı.
Tanpınar'a beklediği, görmediği için küstüğü, kırıldığı ilgiyi önce muhafazakar kesim gösterdi. Üstelik inanç krizi denebilecek bir gerilimin kıyısında dolaşan insanların yazarı, rüya gibi, hayal gibi, gaipten, yitik bir alemden duyulan sesler gibi, vehimler gibi 'olguların', meçhullerin ve müphemiyetlerin, kısacası o kesim bakımından etkileyici bir dünyanın anlatıcısı, materyalizmin sert çeliğini bükmeye çalışan çevrelerde değil, muhafazakarlar arasında kendisine yer edinecekti, giderek baş tacı edilecekti.
Zaman tüm tarafları değiştirdi. Bunun başlıca nedeni Tanpınar'ın yitik metinlerinin yayımlanmasıdır.

BATILILAŞMAYI İÇSELLEŞTİRMİŞTİ
Yayınlanan yitik metinler muhafazakar çevrelerde başka, farklı, şaşırtıcı bir Tanpınar portresi çizdi. Her şeyden önce "Ben eski adamım, laikliğin kaldırıldığı gece uyuyamadım" diyen Tanpınar bir CHP'liydi.
İnönü'ye hayrandı. Kemalist miydi, bilemiyorum. Ama Batılılaşmanın tüm değerlerini içselleştirmişti. Batıyla arasında kültür planında tek bir sorun bile yoktu.
Yahya Kemal gibi eski kültürü yeniden üretmek ve onun içinden bir 'yeni adam' yaratmak çabasında değildi. Geçmişi keşfetmek ve onu tarihselleştirmek, modernleştirmek gibi bir çabanın içinde değildi. Bu unutulan nokta belki de onun açısından en önemli özelliğiydi. Tanpınar geçmişi bir nostalji ve mitoloji olarak kavrıyor, yarattığı rüyalarla, hayallerle bezeli, büyülü insanın üstüne yerleşeceği en mükemmel, en renkli kanava olarak görüyordu. Asıl kaygısı tekti: estetik! Tanpınar geçmişi bir 'duyuş' olarak görüyor, onu kendi sahip olduğu estetik birikimin kaynağı olarak kullanıyor ve bu mesele üstünde düşünüyordu: insan neden duyar, duygulanır ve zevk alır?
Üstelik tek parti döneminde CHP milletvekili olmuştu. Büyük imkanlar kullanarak birkaç defa Avrupa'ya gitmişti.
Hepsinden 'beteri' DP'yi deviren 1960 darbesinden sonra o parti ve devri hakkında olmadık yazılar kaleme almıştı. Buna
rağmen gösterilen ilgide bir aksama, eksilme olmadı. Bazı eleştiriler ne Tanpınar mitini eksiltti ne Tanpınar 'mani'sini. Tersine bu defa çok 'kompleks' bir insan olarak onu büsbütün genişletti.
Aynı dönemde, 1990 sonrasında ve 2000'lerde 'sol' olmasa bile yeni gelişen 'Kültürel Çalışmalar' gibi bazı alanlar Tanpınar'a dönük ilgiyi farklı bir düzey ve kategoride yoğunlaştırmaya devam etti. Bu alan en geniş anlamda 'modernleşme' çalışıyordu. Bir 'kült' olarak modernleşmeye ait olan bütün unsurlar farklı disiplinler içinde ele alınıyordu.
Sosyolojiden psikanalize, modernleşmenin mekan ve zaman sorunlarından kimlik politikalarına, bellek politikalarından tarihsel anlatının kendi sorunsallarına kadar tüm alanlar Tanpınar'ı bunların tamamına değinmiş bir yazar gibi görüyor, onu bir kere daha değerlendiriyordu.

HAYLİ ELİTİST BİR YAZAR
Başlangıçta vurguladığım noktaya döneyim. Bütün bu büyük 'hacimle' birlikte Tanpınar'ın ne gerçekten okunduğuna inanıyorum ne de incelendiğine. Tanpınar'ın ancak muhafazakar çevrelerde görülen bazı dikkatler dışında o kültür birikimiyle, o Osmanlı müziği, şiiri, adını andığı sayısız şair ve yazarla birlikte kavranması bugünkü akademi ve entelektüel yapımız içinde olanaksızdır. Hele dil ve anlatımının gene o gelenekten gelmiş bir çevre dışında kimseye zevk vereceğini sanmıyorum. Hatta, altını çizeyim: olanaksızdır! O kültürü kavrayabileceğini varsaydığım ve umduğum çevreler de Tanpınar'ın yüzeysel bile olsa atıfta bulunduğu Batılı motifleri tanımıyor. Tanpınar gibi 'çetrefil' yazarların, ne diyelim, kaderi bu.
Kendisi de günlüklerinde bu durumdan yakınıyordu. 'Sollar ve sağlar' diyerek kendisine yer arıyordu.
Şu da var: Tanpınar özü bakımından hayli elitist bir yazardır.
Onun elitizmi elbette dışlamaları ve küçümsemeleri içerir. Büyük duyarlılığı 'halk' denen büyük kütle ve kaynağı anlamaya zorlarsa da onu, Tanpınar, açık açık derin ve geniş 'saray' kültürünün adamıdır.
Osmanlı onun için büyük imkandı.
O da müziği, edebiyatı ve 'zevki' ile onu değerlendirdi. Batıyı bu optikten gördü. Tanpınar'ın özelliği bu oldu:
Osmanlı'yı Batı'nın optiğinden görmeye çalışmadı.
Kendi kuşağının yazarlarından ayrılan yanı ise, düşünmesiydi. Doğrudur, bunları eksik bir kuramsal bilgi ve metodoloji sorunlarıyla ele almıştır ama gene de bu çabanın içindedir. O nedenle Tanpınar'ın edebiyatı aslında 'yapma' bir edebiyattır. Düşüncesini dile getirdiği, sorunsallaştırdığı, o nedenle tıkız, 'öyle olsun' diye adeta 'matematiksel' olarak kurulmuş, mimarlık, 'mühendislik' yapıtlarıdır o romanlar ve öyküler.
Kendisini her zaman şair diye görmesi bu nedenledir. Bu mühendislik ve geometri dışında kaldığı alan olarak şiirini gördüğü için, kendisini daha rahat ve ferah saydığı için öncelikle şair sayar kendisini ama orada da 'yapamadım' der.
Şunu belirteyim. Tanpınar, İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği varoluşçuluğun biçimlendirdiği bir yazardır.
Bunun ne derecede farkındadır, onu ayrıca değerlendirmek gerekir.
Varoluşçuluk ve öncesinde de Batılı yazarları etkileyen Nietzsche'ci nihilizm Tanpınar'da bizim kültür krizimizle buluşur. Batı'da yitirilen Tanrı düşüncesi ve yarattığı boşluk Tanpınar'da aynen devam eder fakat Tanpınar onu yitirilen medeniyetle bütünleştirir. Huzur romanının ana meselesi budur. İntiharlar, o romanda, kahramanlar Tanrılarını yitirdiği içindir. Bugün o bunalımı biz varoluşçuluk kısmını arındırmış, soyutlamış bir şekilde sadece 'medeniyet' boyutunda sürdürüyoruz. Ve bu modernleşme eleştirmenleri bakımından kullanılan fakat yanlış kullanılan bir doku meydana getiriyor.
O zaman ortaya bambaşka bir Tanpınar çıkıyor. Yeni bir Tanpınar icat ediliyor. Bu artık Tanpınar'ın kendisi değil. Herkesin, her incelemecinin kendisine göre yeniden kurduğu, kurguladığı, biçimlendirdiği bir Tanpınar. Karşımızda 'Tanpınarlar' var şimdi. Biraz doğal, biraz şaşırtıcı, biraz zorunlu, biraz gereksiz bir durum. Gerçek ise Tanpınar'ın kendisinin dışına taşan bir 'külte' dönüştüğü. Herhalde modernleşme sorunlarını belli bir çizgiye getirene kadar da bu serüven devam edecek.
(Bunları saptarken Tanpınar'daki muhafazakar estetik konusunda kapsamlı, akademik bir makale kaleme aldığımı unutmuyorum.)

TANPINAR'IN KÜLLİYATI
Bu uzun yolda bir yeni durak var elimizde: Hep Aynı Boşluk (Dergah Yayınları). Alt başlığı Denemeler, Mektuplar, Röportajlar olan bu kitap, Tanpınar'ın kitaplarında yer almayan, derlenmemiş yazılarını içeriyor.
Erol Gökşen hazırlamış. Tanpınar'ın kitaplarına girmemiş metinleri bu şekilde daha önce Mücevherlerin Sırrı (Yapı Kredi Yayınları) adıyla yayınlanmıştı. Şimdi, kitaba bir önsöz yazan Prof. İnci Enginün'ün belirttiği gibi, bu derlemeyle yitik yazılar belki tamamlanmıyor. Ama onların önemli bölümü okura ulaştırılıyor.
Kitap dokuz bölümden oluşmuş:
Edebiyat, Estetik ve Plastik Sanatlar, Medeniyetler ve Zihniyetler, Toplumsal ve İktisadi Hayat, İnsana Dair, Siyaset ve Siyaset Adamları, Mektuplar, Anketler, Röportajlar.
Derleyici Gökşen, dikkat çeken bir hassasiyetle yazıları daha önceki baskılarıyla karşılaştırmış. Bazen de başka kaynaklarda yer alan kimi metinleri, bir yazının tam anlaşılması için yeniden kitaba almış.
Tanpınar çalışanları (acaba ileride bir 'Tanpınaroloji' olacak mıdır) bu yazıları gerektiği gibi değerlendireceklerdir.
Kişisel olarak ben kitapta, okuduğumda, diğer metinleri aşacak, görüşümü yeniden düzenlememi gerektirecek bir boyut bulamadım. Yazılar arasında elbette ilgimi çekenler var. Gene de bütüncül bir Tanpınar değerlendirmesine yol açacak mahiyette değil yazılar. Bu bakımdan Tanpınar külliyatını, yeni yazılar bulunsa bile, bundan sonra, tamamlanmış sayıyorum. Ancak 'Tanpınaroloji' dairesinde bu metinler farklı önemler arz edecektir.
Gene de Tanpınar düzeyinde, hacminde, hassasiyetinde bir yazarın herhangi bir başka yazar, kitap, sergi, kişi için yazdığı yazı önemlidir. İnsan zevkle ve heyecanla okuyor. Kitabın özellikle ilk bölümünde bu türden yazılar var. Edebiyatbilimciler bu yazılardan yararlanacaktır.
İlgimi çeken diğer bölüm 'Plastik Sanatlar' bölümü. Bu bölüm Türkiye'de görsel ideolojinin ne kadar uzun bir süre 'literer' yani edebi bir çizgide izlediğini gösteriyor. Tanpınar da olsa yazar, edebiyatçılığın dışında, alanın özel estetik bilgisiyle donanmadığından bir ressamı ve yapıtı ancak bir edebiyat metni halinde değerlendiriyor.
'Medeniyetler ve Zihniyetler' bölümünde Bekirağa Bölüğü hakkındaki yazı tabii ki ilginç. 'Şark ve Garp' başlıklı yazı beklenen şekilde ilerleyip gelişiyor. Onunla birlikte 'Kendimizin Peşinde' isimli yazı ise beni Tanpınar'ın hiç vazgeçmediği bir özelliği itibarıyla ilgilendiriyor. Belirttiğim gibi, Tanpınar 'zevk' konusunda kimsede görmediğim ölçüde geniş düşünmüş bir yazardır. Bir toplumda zevk nasıl oluşur, nasıl değişir, bunun kültürel elemanları nelerdir sorularını Tanpınar daima sordu. Bu kısa yazıda da aynı yakıcı soruyu hatırlatıyor bize ama bugün artık eskimiş diyebileceğimiz kavram ve olgularla.
'Gerçek' Tanpınar, her ne kadar artık alışılmış, çok yatkınlaştığımız bir şekilde de olsa 'İnsana Dair' bölümündeki yazılarda sivriliyor. Bunlar hayli lezzetli, romantik, duygusal denemeler. Tanpınar'ın bir türlü somutlaştırmadığı 'tabiat zevki'nden izler ve ilhamlar taşıyor. 'Sonbahar Türküsü' (elbette çok kötü bir ad) ve 'Sabahın Eşiğinde' böyle iki yazı. İkisinde de çok sevdiği ve kendisini gereksiz biçimde mahkum ettiği 'vehimler'den izler var. Üstelik bu yazılar onun aynı çizgideki diğer yazılarından daha basit. Daha gençliğinde kaleme aldığı yazılar.
'İnsanlığın Talihi' ise gene bildiğimiz, tanıdık Tanpınar'ın, benim hayli abartılı, 'edebiyatçılık', hatta felsefe zorlamalarıyla yüklü, özenti diyebileceğim cümlelerini barındırıyor: 'Beni aynalar o kadar sıkmıyor. Onlara artık alıştım. Fakat takvimlere alışamadım.
Takvimler arızalarından tecrit edilmiş zamandır. Bu yüzden en korkunç düşman onlardır. Onlarda insanoğlunun bütün macerası vardır. Yani iki sıfırın arasında adetlerin gülünç ve ıstıraplı oyunu.' Bu yazı 1949 tarihini taşıyor.
Türkçenin ve Türkçe edebiyatın o tarihte geldiği noktada bu cümleler, bugün bize geldiğinden, çok daha eski, yapmacık, yapay ve hatta 'komik' geliyordu insanlara.
'Siyaset ve Siyaset Adamları' bölümü Tanpınar'ın dehşet ve ürperti veren, 27 Mayıs darbesini alkışlayan, DP iktidarını yerden yere vuran yazıları.
Artık Tanpınar'a bilinenden bambaşka (ve ne yalan söylemeli 'utandırıcı') bir çehre kazandırmaktan öte anlamı, işlevi olmayan yazılar bunlar.
Kitabın 'Anketler' ve 'Röportajlar' başlıklı bölümleri sorunlu. Anketler bölümünde yer alan birçok röportaj neden bir sonraki bölüme aktarılmamış anlamak güç. Belki 'röportaj' kavramının kitabı derleyenin zihninde başka bir anlamı vardır. Yoksa İlhan Geçer'in, Oktay Verel'in, Kandemir'in yaptığı çok da ilginç, çok da hoş röportajlar anket bölümünde sırıtıyor. (Anlıyorum, gazete ve dergiler Tanpınar'la yaptıkları türden mülakatları başka yazarlarla da yapmışlar ve kendileri seriyi 'anket' diye adlandırmışlar. Derleyen o çizgiyi izliyor. Gene de...) Bu bölümlerde daha 'insan' Tanpınar çıkıyor ortaya. Anketler, yazarlar bakımından zor bir kategoridir.
Günlük hayat içinde bir konuda düşünceniz sorulur, çoğu zaman da yazarın elinden, dilinden çıktığından çok farklı biçimde yayınlanır yanıtı.
Gene de bir izlenim veriyor bu bölüm gerek o günün meseleleri gerekse cevaplarla oluşan Tanpınar portresi bakımından.
Röportajlar ise çok daha önemli.
Bu kitapta da hayli güzel çalışmalar var. Eski tarz röportajın kendisinin de bir edebi tür olabileceğini okur şimdi daha iyi anlar. Kaldı ki, aynı tarz ve tutum bugün Anglosakson dünyada aynen, hatta daha da geliştirilerek, sürdürülüyor. Bu kitaptaki röportajlar arasında ilginç olanlar bulunduğunu belirttim. Bana göre en çarpıcısı, Büyükada'da Kemal Bilbaşar'ın önce Ataç'la, sonra onu ziyarete gelen Tanpınar'la gerçekleştirdiği röportajdır.
Bu kitapta, daha fazla bir şey getirmeyen yazılarına bakınca, Tanpınar külliyatının tamamlandığı kanısındayım.
Buna rağmen önemli, zevkli, değerli, verimli bir çalışma bu. Yalnız bir noktaya değineyim. Yerine göre neşeli olan ve neşeyi elbette benimseyen bir Tanpınar'ın sadece büyük kırgınlıkların ve küsmelerin yazarı olarak gösterilmesi ne kadar doğru? Bu kitabın başlığı da gene o doğrultuda bir Tanpınar biçimlendiriyor: 'hep aynı boşluk'! (Ayrıca bu bize Dıranas'ın bir şiirini ve mısraını anımsatıyor.) Keşke bu yazılara başka, daha canlı bir genel ad bulunsaydı. O zaman külliyatı tamamlanırken daha gerçek bir Tanpınar'a yaklaşmış olacaktık.
'Hep aynı boşluk'... olmasın!...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA