Boğaz'da güneşli bir Pazar günü. Deniz kenarında bir yandan güneşin tadını çıkarırken dünyaca ünlü İsrailli yazar Etgar Keret ve eşi Altın Palmiye ödüllü yönetmen Shira Geffen'i bekliyorum. Birlikte kahvaltı edeceğiz ve Keret'nin bizde son yayınlanan kitabı
Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü hakkında konuşacağız. Çift gelir gelmez samimi bir sohbete koyuluyoruz. Bu onların İstanbul'a ilk gelişleri ve ben de hemen hemen burada tanıdıkları ilk Türk'üm. Daha gelir gelmez hemen bana burayı ne kadar sevdiklerini, herkesin onlara karşı ne kadar sıcak kanlı olduğunu söylemeye başlıyorlar. İstanbul'la Tel Aviv'i birbirine çok benzetiyorlar. Enerjisi, insanları ve özellikle de gece yaşamıyla... Boğaz'ın güzelliğine hayran kalıyorlar bir yandan da. Derken doğal olarak öykülerini konuşmaya başlıyoruz. Keret, İsrail'de her an patlamaya hazır bombaların tedirginliğinde yaşanan yaşamların absürt yanlarını son derece kıvrak ve mizah yüklü bir biçimde anlattığı öyküleriyle tanınıyor. Ben de doğal olarak hem oradaki yaşamını hem de yazar kimliğini merak ediyorum öncelikle.
GELMEDEN ÖNCE HAZIRMIŞ
Deniz kenarında edebiyat eşliğinde devam eden huzurlu o gün aniden telefonumun çalmasıyla duraklıyor. Ancak filmlerde yaşanacak o tuhaf anlardan birini yaşıyorum. Keret karşımda öykülerini ve İsrail'deki yaşamını anlatmayı sürdürürken telefondaki ses bana Taksim'deki canlı bomba saldırısını haber veriyor. Yanımda Keret'nin Türkiye yayıncısı Siren Yayınları'ndan Sanem Sirer var. Haberi önce onunla paylaşıyorum. Keret'nin o gün çok yüklü bir programı var ve onu fazla tedirgin etmeden hemen haberi vermeyi planlıyoruz. Duyunca biraz şaşırıyor tabii ama açıkçası bizden çok daha sakin karşılıyor. "Bu benim çok alışkın olduğum bir durum," diyor ve "Ah! Annem gene bildi!" diye ekliyor. Ardından ilk tepkisi ise İsrail'deki annesini aramak oluyor. "Onu hemen aramalıyım çünkü eminim haberini alacaktır ve sesimi duymazsa çok meraklanır. Annem ve babam Nazi soykırımından kurtulanlardan... Dolayısıyla bu tür konularda çok hassas biri. Üstelik bu konuda tuhaf bir önsezi de geliştirmiş durumda. Buraya gelmeden önce beni çok uyarmıştı bu tür konularda, dikkatli olmamı söylemişti," diyor. Sonrası ise bir telefon trafiği içinde geçiyor.
Haber bir şekilde İsrail'e ulaşmış ve tüm yakınları ve meslektaşları üst üste onu arıyor. Kendimizi bir an bir Keret öyküsünün kahramanları gibi hissediyoruz. "Hayat artık böyle, bu çok normal," diyor. "Bu tür saldırılar dünyanın pek çok şehrinde yaşanıyor, bu size özgü bir şey değil." İlk şoku atlatınca hemen olayı kimin yaptığını öğrenmek istiyor. "Acaba bunun İsrail karşıtı bir eylem olması ihtimali var mıdır?" diye soruyorlar karı, koca birlikte. "Hayır, hiçbir alakası yoktur. Böyle bir şey nereden aklınıza geldi ki?" diye onları rahatlatmaya çalışıyoruz.
Zaten onları endişelendiren tek olasılık da bu oluyor. Hayat devam ediyor, bizim söyleşimiz de. Biz hâlâ üstümüzdeki şaşkınlığı atlatmaya çalışırken yine içimizde kendini ilk toparlayan o oluyor. Onun, "Evet, nerede kalmıştık?" sözüyle kendime geliyorum. Oysa sorduğum sorumun cevabını tahmin edebileceğimden daha güçlü bir şekilde, çoktan almış oluyorum.