Türk
insanının 'bir sanat dalı olarak sinema'ya meraklı olmadığını biliyoruz (Zaten niye bu 'dal'a iltimas geçilsin?). Ama bir ticaret, daha da önemlisi kitlesel iletişim aracı olarak ne şahane bir alan olduğunu, zaman zaman fark ediyoruz. Uygun zemin bulunca pratiğe dökmekten çekinmeyecek kadar 'dışavurumcu' da olabiliyoruz üstelik. Hele de hızlı değişim süreçlerinde. 70'lerde de böyle olmuş. Sosyal gerçekçi filmler, seks filmleri, sanat filmleri... Adeta, herkes her istediğini söyleyebilirmiş, yapabilirmiş gibi bir hava. 'Sandalye kapmaca' oyunundaki gibi. Oyun sona erene kadar herkes bulduğu boşluklardan yararlanarak ortada dolanır, çarpışır, hareket eder. Finale gelindiğinde birilerinin ayakta, 'sandalyesiz' kalması şarttır. Tarihin farklı kılıklarda tekerrür etmeyeceğini umarak, benzer bir durumda olduğumuz söylenebilir. Yine küçük küçük furyalar var ortada. Çeşitli 'abi'ler, dayılar, kurtlar... Bunlar bir 'damar'. Afişinde bir grup insanın zeka özürlü gibi göründüğü komediler. Bu da küçük bir 'alt tür'. Ama en güncel olanları,
Issız Adamın kudretinden etkilenerek onu takip etmek isteyen, şehirli insanlar arasında cereyan eden aşk filmleriyle, siyasi tarihimizle hesaplaşan filmler. Tabii hepsi bir ihtiyacı yansıtıyor ve bu filmler sanatsal değerlerinden bağımsız olarak, yansıttıkları toplumsal arzularla, akademisyenler için harika bir inceleme sahası olma işlevine sahipler. 10-15 sene önce bırakın ticari gösterime girmeyi, çekilmesini bile hayal edemeyeceğimiz filmler, yakın tarihimizdeki 'insan haksızlıkları'ndan ya da 'herkesi bağlayan' askeri trajedilerden bahseden filmler, sıraya dizilmiş bir halde vizyonda boy gösteriyor. Ve hiçbirinin 'olay' yarattığına rastlanmıyor (Endişeye mahal yok: Vaktinde öten horozları kesmiyoruz). 2004'te Uğur Yücel'in
Yazı / Tura'sının açılışında, bir kamyona doluşmuş operasyona giden askerleri izlerken tuhaf bir heyecana kapılarak şunu fark etmiştim: Vietnam'da mayına basmış halde yardım bekleyen ve bir yandan karısının fotoğrafına bakan Amerikan askerinin ruh halini (ayrıca isterseniz etrafındaki bitki örtüsünü) detaylarıyla tasvir edebilecek durumdayım ama Türkiye'nin güneydoğusunda olup bitenlerle ilgili görüp gördüklerim, bir tepenin kenarından bir askeri aracın ilerlediği, 'genel plan'da çekilmiş TRT haberlerinden ibaret. Yani en azından böyleydi. Şimdiyse: Diyarbakır'dan bir JİTEM kabusu / masalı anlatan
Min Dit, PKK'yla çarpışan askeri taburun hikayesi
Nefes, Çorum katliamından kaçmış Aleviler hakkındaki
Saklı Hayatlar, Dersim'in Kayıp Kızları, '80 darbesi sırasında Nusaybin'de geçen
Meş (1 Nisan'da sinemalarda) ya da 90'ların ilk yarısında Diyarbakır'da yayımlanan
Özgür Gündem gazetesinin öyküsünü aktaran ve bu hafta gösterime giren
Press... 'Kahraman gazeteci' filmlerinin 70'lerin Hollywood'unda kaldığını sanmıştık. Sedat Yılmaz'ın yazıp yönettiği
Press, insanların köşeye sıkıştığı her yerde bir miktar şövalyeliğe yer olduğunu hatırlatan, 'ilkel propaganda'lardan uzak, gazeteci işi, yani belgelemeyi daha çok umursayan veya yeterince siyasi bulan bir gerilim/drama. (Tavsiye ederim.) Tarihteki gazeteci cinayetlerinin çokluğunun sebebini net biçimde, daha doğrusu kara mizah çerçevesinde anlatan yakın dönem filmlerden biri, Roman Polanski'nin
Ghost Writer'ı (2010) bizde gösterime girmedi maalesef. Bu filmle TV'de veya DVD'cide karşılaşma ihtimalinizi es geçerek, sonundan bahsetmek istiyorum: İngiltere Başbakanı'nın ağzından otobiyografisini yazmakta olan saftorik gazeteci (Ewan McGregor), CIA; 'Mi-Ay-Ey' herkesin işin içinde olduğu korkunç bir komploya dair kanıtları ele geçirir. Ve bu 'önemli buluş'unu derhal komplocularla paylaşır. Bu sayede gerçekler falan ortaya çıkmaz tabii. Komplocular sakince birbirlerine bakarlar. Bir-iki kaş-göz hareketi, sorun yaratan arkadaşın ortadan kaldırılması için kafi olur. Koca bir yapılanmanın tekerine çomak sokmak, 'gözü kara'lığından başka güvenecek herhangi bir şeyi olmayan bir 'şuursuz'un haddi, niye olsundur? Olmaz.
'PARANOYAKSIN AMA HAKLISIN'
Tam da bu sebeple, şu 'insan hakları sorunları' meselesi çabuk halledilse keşke. Ama hepsi birden. Etnik azınlıklar, kadınlar, gay'ler, Müslümanlar, Museviler, isterseniz Satanistler, kim varsa. Böylece, insanların birbirlerini şu hep aşmaya çalıştığımız 'önyargı'lar yüzünden değil de, sadece ve sadece 'alan kavgası' yüzünden boğazladığını kabul etmek zorunda kalabiliriz. Derviş Zaim'in geçen haftadan beri vizyonda olan
Gölgeler ve Suretler'i, aşağı yukarı bundan bahsediyor. 60'ların ilk yarısı, Kıbrıs. Rumlar ve Türkler. İki taraf da, korku içinde kimin önce katliama başlayacağını merak ediyor. Zor bir bekleyiş. Nihayetinde birileri davranıyor silahına. Zaim, Türk entelektüelinin pek cesaret edemediği bir işe kalkışarak, "Faşist olan biziz," deyip geçmiyor; korkuların karşılıklı biçimde kışkırttığı karanlıktan, yan komşunun kapısına düşen gölgelerimizden bahis açıyor. Nirvana'nın 'acı alaycı' bir şarkısını hatırladım birden. Adını, kedilerin alan belirlemek için oraya buraya işemesinden alan
Territorial Pissing. Şöyle başlıyordu:
Haydi millet, şimdi kardeşinize gülümseyin. Heeerkes bir araya gelsin, birbirinizi sevmeye çalışın, derhal!.. Ayrıca:
Paranoyak olman, senin peşinde olmadıkları anlamına gelmez.