Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Peruk tak/may/an bedenler

Kutluğ Ataman, İstanbul Modern'de sergilenen yapıtlarıyla çağdaş sanat dünyasındaki en önemli ödülleri alıyorsa, o yapıtlar dünyanın en önemli müzelerine ve koleksiyonlarına giriyorsa, bize düşen onları irdelemek, değerlendirmek ve tartışmaktır

Baştan belirteyim ki, Kutluğ Ataman'ın işleri 'kolay işler' değil. Bunlar video işleri ve tümünün izlenmesi bile başlı başına bir zaman vermeyi gerektiriyor. İşler özneleri itibariyle olsun, konuları itibariyle olsun bizim kendi küçük dünyamızda dışladığımız, görmezden geldiğimiz, çoğu zaman da görmek istemediğimiz, bilinçli olarak varlıklarını reddettiğimiz kişi ve konuları kapsıyor. O nedenle serginin daha baştan insanı sadece o videolarda yer alan insanlarla değil, doğrudan doğruya kendisiyle yüzleşmeye iten bir yanı var. Bu sergi kimlik, tarih, coğrafya konusunda bize ezberlediğimiz şeyleri unutturan bir basınca, işleve sahip. Öyleyse ona bambaşka bir açıdan bakmak gerekir. Serginin yapıtları İstanbul'da ilk kez sergileniyor bildiğim kadarıyla. Ataman, Tophane'de doğduğunu ve sonra çok uzun bir yolculuğa çıktığını belirtiyor. Şimdi İstanbul'a geri dönüyor ve koltuğunun altında bu sergiyi dolduran işleri var. Nedir bunlar? Ataman, dediğim gibi, öncelikle kimliği kendisine mesele edinmiş bir sanatçı. Kimlik dediğimiz şey nedir? En sonunda insanın kendisini hissettiği, belki kendisinde hissettiği şeydir. Ama bu kadarla kalsa ve sadece insanda başlayıp insanda bitse, o kadar karmaşık olmayacak. Bütün sorun kimlik dediğimiz olgunun çatışmacı bir alan meydana getirmesi. Kendimizde kabul ettiğimiz, kendimiz için kabul ettiğimiz kimliklerle bize dayatılmış, benimsemek, içselleştirmek zorunda kaldığımız kimlikler arasındaki fark ve çelişkilerdir kimlik dediğimizde önümüze çıkan, öncelikle. Bunlar milli, dini, dilsel, cinsel kimlikler olabilir. Kaldı ki, 21. yüzyılda kimliğin ne anlama geldiğini artık çok da iyi bilmiyoruz. Bilmiyoruz, çünkü, 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren modernite tartışılmaya ve aşılmaya başlandı. Ama bugün bile kimlik dediğimizde karşımıza gelen tanımların neredeyse tamamı moderniteyle birlikte, onun içinde oluşturuldu. Modernite, son tahlilde sınıflandırmadır. Bütün sınıflandırmalar gibi her şeyin bir örnek (üniform) ve türdeş (homojen) hale getirilmesidir. Devletin egemen olduğu bir ortamda bu türdeşleştirme farklılıkların ortadan kalıdırılmasını öngörür. Devlet uyguladığı politikalarla yaşamın her alanında birbirinin aynı olan insanları yani kimlikleri inşa etmeye çalışır. Eğitimi buna göre düzenler. Okullaştırma bir beyin yıkama sürecidir. Ulusçuluk, egemen din, resmi dil, çoğunluğun mezhebi önce oralarda benimsenir. Dışarıda kalanlar 'yabancıla'şır. Marjinalleşir. Onlar 'aykırı', 'sapkın', 'bozguncu' kabul edilir. Kutluğ Ataman, en geniş manada bu konuyu ele alıyor. Türk modernleşmesinin 'hegemonik' tarihi bu serginin de, benim de bir katalog yazısıyla katıldığım Roma'da yeni açılan Maxxi Çağdaş Sanat Müzesi'ndeki işlerinin de belkemiğini meydana getiriyor. Modernleşmenin yarattığı 'aykırı' tarih onun videolarının arka planını meydana getiriyor. Her ne kadar kendisi politik işi fazla sevmediğini söylüyorsa da bunlar son zamanların en politik çalışmaları.

HAYATI, KİMLİĞİMİZ ÜSTÜNDEN ALGILARIZ
Bu benim için özellikle önemli. Çünkü çağdaş sanatın politik olanla kesiştiği yerde başladığına inanıyorum. Modern sanatın müthiş formalist boyutuna karşılık çağdaş sanat, yapıtın yüzünü yeniden politik ve gündelik olana dönmesiyle başladı. Buradaki politika da 'devlet yönetimi' anlamında bir politika değil. İnsanın günlük yaşantısını ören ne kadar konu varsa hepsini kapsayan, hepsinde insan tekinin bireysel pozisyonuyla egemen kabul ve yargı arasındaki çelişkiyi sorgulayan bir yaklaşım. 1970'lerin meşhur tabiriyle ifade edilen 'kişisel olan siyasaldır', bu bapta, sonuna kadar işler. Kimlik, bu nedenle önemlidir. Çünkü hayatı kimliğimiz üstünden ve kimliğimizin içinden algılıyor ve yaşıyoruz. İyi de bütün bunları nasıl ifade edeceğiz? İşte çağdaş sanatın büyük dinamiği burada ortaya çıkar. Görsellik dediğimiz alanın kendisi bir politika üretir. Üretilmiş bir politikanın ifade alanı olduğu kadar yeni bir vizyonun öne çıkarılmasında da görsellik başlı başına bir rol oynar. Farkında olmaksızın önünden geçtiğimiz yapı, gözümüze çarpan bir reklam, bir gazetenin sayfa düzeni, bir logo görsel ideolojinin hâkimiyetini (veya ona dönük eleştiriyi) vurgulamakla kalmaz. Bize onun da bir parçası olduğu siyasalın aktarımını gerçekleştirir. Kutluğ Ataman'ın sergisinde önümüze gelen her biri ayrı ayrı çok çarpıcı birer dramatik karakter olan 'kişilerin' kimlik öyküleri, bu bakımdan başlı başına bir macera başlatıyor. Dilencilerden zikir yapan kişiye, bir travestiden yaşlı bir kadına kadar kendilerini anlatanların öyküleri elbette ilginç. Ama bunlar aynı zamanda büyük bir sinemacı olan Kutluğ Ataman'ın yaptığı 'filmler' değil. Beni asıl ilgilendiren ve gerçek manada çarpıcı olan bu görüntülerin 'görsellikleri'. Doğrudan doğruya görüntünün/görselliğin dile getirdiği, ifade ettiği... Bu görüntülerin 'ham'lığı. Görüntünün daima göz hizasında olması, başlı başına bir gerçeklik düzlemi. Belli ki Ataman, görüntünün oluşturduğu ve iktidarın ayrılmaz bir parçası olan hiyerarşiyi burada aşıyor. Travestiyle veya peruk takan ve kendisini saklamak ya da değiştirmek zorunda kalan kadınla izleyenin aynı düzlemde buluşmasını sağlıyor. Onları görmezden gelmiş, yanlarından geçerken onları fark etmemiş, onları yok saymış kişi şimdi videoların yerleştirme düzeni sayesinde izleyici olarak onlarla göz göze geliyor. Sartre'ın meşhur 'göz ve görme'-göz göze gelme ilişkisi burada çok bilinçli olarak ayaklandırılmış ki, politik dediğim öncelikle bu.

BEDEN, BİR GERÇEKLİK OLARAK KARŞIMIZDA
İkinci önemli yanı bu serginin, bedenle kurduğu ilişki. Yapıtların çoğunda örtük de olsa beden, bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Bu modernitenin getirdiği fotografik beden anlayışına bir saldırı. Fotoğraf bir 'kolektif beden' oluşturdu. Geç modernite, tüketim çağı, yeni 'gilded age' gövdeyi narsisitik, oto-erotik bir nesneye dönüştürdü. Güzelliğin, gençliğin, sağlıklı olmanın altın çağından geçiyoruz. Bilhassa reklamların biçimlendirdiği fotoğraflara bakmak insanın kendisine bakmasıdır. Görüntünün öznesiyle özdeşleşen göz sadece onu değil, aynı zamanda kendisini görüyor. O görüntü ise değişmez, ebedi, egemen, gençlik-güzellik şovenizmiyle kenetlenmiş bir görüntüdür. Kozmetik bir benlik anlayışıdır bu ve ne yazık ki, hepimiz onunla iç içe yaşıyoruz. Bir seyirliğe dönüşmüş bedeni, kendi gerçekliğimizi aşmak için (farkında olmaksızın) kullanıyoruz. Basbayağı bir yabancılaşmadır bu. Bir narsisizm çağında yaşamamızın çok önemli bir nedeni de budur. Kutluğ Ataman'ın yapıtına nesne olarak aldığı ve yapıtının özü haline getirdiği bedenler bu, 'hegemonik beden' dediğim moderniteyle sarmaş dolaş bedenler değil. Tam tersine. Onların saçmalığını pekiştiren, kendi gerçekliğini onlarla çatışarak oluşturmuş bedenler bunlar. Ben bunlara 'tümel beden' diyorum. Varlığını siyasal bilincinin, kimliğinin ve bireyliğinin kesişimesinden oluşturmuş bedenler bunlar. O soyut ve muhayyel ebedi güzellik anlayışının içinde biçimlenmiş bedenlere de 'yitik beden' dememde herhalde bir sakınca yok, her ne kadar bu tabir literatürde başka manalarda kullanılıyorsa da. Bütün bu nedenlerle bu bedenler ne kadar 'kimlikli'yse, öteki bedenler, o kadar kimliksizdir. Bu sergi de kimlikle kişiliğin kat yeridir. Ataman'ın sergisindeki siyasal bununla sınırlı değil. 'Türk Lokumu' işinde olduğu gibi oryantalizmin bize empoze ettiği algılama koşullanmalarına dönük bir eleştirel düzlem de var bu sergide. Bunu ayrıca önemsiyorum. Çünkü oryantalizm çok farklı düzeylerde, çok farklı biçimlerde zaten eleştirildi, yerli yerine oturtuldu. Ama şimdi Ataman'ın bizzat dansöz kılığına girip, 'Türk Lokumu'nu bir 'parodi' içinden sunması ve bunu Batı'nın görsellik dinamiklerine dayanarak gerçekleştirmesi, oryantalizme bambaşka bir boyut getirmektir. Yukarıda değindiğim görüntü düzeni içinde, izleyenin bu 'parodi' ve mizansen içinden belki 'övündüğü' bir realiteyle bu düzeyde ve boyutta karşılaşması dışarıya olduğu kadar içeriye dönük bir eleştiridir. Kabul edelim ki, zor, çetin, ağır bir sergi bu. Uzun, izlenmesi emek isteyen video işlerinden oluşuyor. Bir de izledikten sonra insanın ortaya koyulan sorunsallarla yüzleşmesi var. O daha da çetrefil. Nasıl olmasın? Bir anlamda insan, kendinin 'yapılışını' izliyor o videolarda.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA