Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Cumhuriyet'in yok estetiği...

Anadolu Devrimi ve onun özü olan Cumhuriyet gelenekle boğuştu, onu boğmak istedi. Peki inkılaplar aracılığıyla verilen bu mücadele, geçmişin kültürel birikimini utanılacak bir kir gibi görürken yerine ne koydu? Bir Cumhuriyet estetiğinden söz etmek mümkün mü?

Fransız Devrimi'nden sonra da kiliseleri saman ambarına çevirdiler. Din toplumsal plandan yok edilmek istendi. Rus Devrimi'nden sonra bu anlayış daha da ileri götürüldü. Sosyalizm, özü, dokusu itibariyle dinle çelişen bir ideolojiydi. Dolayısıyla SSCB dini bütün bütüne yasakladı. Anadolu Devrimi bu derecede sert davranmadı. Doğrudur, dini kontrol altına almak istedi.
Ama birkaç münferit örnek dışında dini yok etmek, silmek çabasına girişmedi. Fakat bu, ne diyelim, 'hoşgörü', katı, koşulsuz bir laiklik anlayışına kapıları kapamadı. Ayrıca, milliyetçilikle iç içe bir devrim olduğundan, bizimki, ezanı Türkçeleştirdi. Kuran'ı Türkçeleştirmek için girişimlerde bulundu.
Sonra da geri adım attı. 1950'den itibaren ezan yeniden Arapça okundu.
Anadolu Devrimi ve onun özü olan Cumhuriyet asıl gelenekle boğuştu. Onu boğmak istedi. Ona göre gelenek yeniliklere kapalı olmaktı. Geçmiş, bütün kötülüklerin kaynağıydı.
İnsanlar o meçhul geçmişte yalanla, yanlışla iç içe geçmişti.
Geçmiş, şanlı bir kısmı olmakla birlikte, bütüncül bir bozulmanın, yozlaşmanın tarihiydi. Bu geçmiş aynı zamanda ilerlemeye maniydi. Tarih, toplumu, yanlış ve 'yobaz' bir din anlayışıyla bütünleştirmişti. O 'softa' düşünce ilerlemenin en büyük engeliydi. Bir kere o geçmiş olanca kalıntısıyla birlikte yok edilirse, toplum özgürleşecekti.
İlerlemesi için önü açılacaktı.

GEÇMİŞ BAĞLAR KOPAR

Cumhuriyet bu maksatla devrimleri gerçekleştirdi. Geçmiş, 'inkılaplar' aracılığıyla siliniyordu. Kılık kıyafet, yazı, ölçü, tartı, takvim, her şey değiştiriliyordu.
Yazı değişikliği, doğrudur, geçmişle olan bağları bir gecede koparmıştı.
Herhalde en şaşırtıcı hallerden biri, tekkelerin kapatılmasıydı.
Asırlarca kendisine özgü bir geleneğe göre giyinen insanlar bir gece içinde, başları şapkalı, sakalları kesilmiş, ceket pantolon giyen insanlara dönüşmüştü. O kurumlardaki müzik susmuş, şimdi, kimse kusura bakmasın, kültürel olmaktan çok turistik bir mahiyet kazanmış zikirler, ayinler yok olup gitmişti. Türbeler kapatılmıştı. Nefeslerden, mesnevilerden, divanlardan mürekkep bir kültür yok sayılmak bir yana, yok olmaya terk edilmişti.
Bu, Osmanlı ve yerli olan her şeyin kötülenmesiydi. Doğru ve iyi her şeyin Batı'da bulunduğuna inanılıyordu. 'Kendi kendini Oryantalistleştirme' diyorum buna. Ama yeterli bir tanım değil. Çünkü bu insanların kafasında hayli bir Batı vardı. Ona da 'Oksidentalizm' diyelim. Ama yanlış, kurmaca bir Batı bu. Çünkü, öyle bir Batı değerlendirmesini aklı başında hiçbir Batılı yapmıyor. Yapmadı.
Yapamaz da. Halbuki, o arada Türkiye, mesela 'müzik devrimi' yapıyordu. Osmanlı müziğini radyoda yasaklayıp, meşhur örneği vereyim, köy çocuklarına, 'ahırda mandolinle Mozart çaldırıyordu'. 'Yanlış mı?' diyenlere cevabım, haydi 'yanlış' değilse de 'fazla romantik' olacaktır.
Konservatuar açılmasını, opera bale kurulmasını, senfoni orkestrası tanzimini niye yanlış bulayım? Elbette mükemmel girişimler. Ben onların gerçekleştirilmesini değil, bir bütün eski uygarlığın yok sayılmasını eleştiriyorum. 'Modern' ve 'Avrupai' girişimler devam etseydi. Diğerleri de geliştirilseydi.
İkisi birbirini dışlamazdı. 'Türk Beşleri'nin türküleri zorlamayla 'çok seslendirmesi' neredeyse kendiliğinden bir anlayış içinde gerçekleşirdi.
Bütün bunlar bilinen ama hatırlanmasında yarar olan hadiseler.
Hele Fransa'nın bütün o devrim ve cumhuriyet hengamesine rağmen kendi klasiğiyle bağlarını kesmediğini, hatta onu büsbütün 'derinleştirdiğini' düşününce bu durum insanı kahra sevk ediyor. Aynı şey, İngilizler ve hatta hatta Amerikalılar için de geçerlidir.
Her toplumun geçmiş kültürel birikimi onun göz bebeğidir.
Bizim içinse utanılacak bir 'kir'di.
Cumhuriyetimiz, bütün bunları yaptı, haydi en şedit biçimde söyleyeyim, yaktı yıktı, peki yerine ne koydu? Bu soru netameli. Çünkü, estetik planda bakarsanız cevabı olumlu değil. Nedeni basit: bir Cumhuriyet estetiğinden söz etmek pek mümkün görünmüyor.
Şaşırtıcı gelWWmesin. Bugün Cumhuriyet'in başlangıç noktasında değiliz. Aradan neredeyse bir çağ geçti. Bu sürede elbette yeni bir müzik, edebiyat, sinema oluştu. Birbiri ardınca onca akım doğdu, gelişti. Artık 1920'lerin, 30'ların ülkesi değil Türkiye. Daha 1930'larda, hatta 20'lerde Nazım Hikmet bambaşka bir şiir yazıyordu.
1960'larda yeni bir sinema vardı.
2000'lerde neyin bugünü tayin ettiğini bile söyleyemeyiz, o derecede gelişmiş bir sanatsal etkinlik var.
Gene de bakınca bulunduğumuz yere, bir Cumhuriyet estetiğinden söz edilebilir mi? Bununla belli entelektüel çevrelerin ürettiği ve yukarıda belirttiğim sanatsal etkinlikleri kast etmiyorum. Onlar olacaktı, oldu. Ben çok daha geniş bir 'yapı'dan söz açıyorum.
Bugün, kentlerden başlayarak bireysel yaşantıdaki tercihlere kadar yaygın, etkili ve dikkat çekici bir estetikten bahsedebilir miyiz? Hatta estetiğin hayatımızda bir rol oynadığını, bir yer tuttuğunu belirtebilir miyiz? Gündelik hayatta, bireysel yaşantıda 'karşılığı' olan, içi doldurulmuş bir kavramdır estetik, diyebilir miyiz?

GÖKDELEN MİMARİSİ

En gelişmiş kent İstanbul, hali ortada. Sokaklara çıkın bakın, insanların, en basitinden, kendilerine 'yakışanla' ilişkili bir ev düzenleri, giyim kuşam anlayışları var mı? Daha geçenlerde Başbakan tarihi olan şehirlerin onlara 'tekebbür eden', tepeden bakan gökdelen mimarisine kurban edildiğini yana yakıla anlatıyordu.
Bütün bunların altındaki başlıca neden klasiğin kesintiye uğramasıdır. Yoksa, o kendi içinde pekala değişip devam ediyordu. Bugüne de pek güzel bağlanabilecekti. İkinci neden burjuvazinin, gene o klasikten kopması nedeniyle, kendisine ait süren, kendi içinde gelişen bir estetik çizgisi olmaması.
Hatta o burjuvazinin kendisi başlı başına bir tartışma konusudur.
Üçüncüsü, köylü toplumundan kentli toplumuna geçerken kent denen varlığı estetik üretecek bir alan olarak düşünüp kurgulanmaması. Ne o olabildik ne öteki. O zaman da arabeske boğulduk. Ayrıca, şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, henüz mesela heykelle, kamusal sanatla ilişkimizi kuramamışız.
Buna bir de okullarda verilen sanat/estetik eğitiminin sefaletini ekleyelim. Bir Cumhuriyet estetiğinden nasıl söz edeceğiz?
Cumhuriyet, hele estetik alanında büsbütün, yarım kalmış bir projedir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA