Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Büyük, sonsuz gökyüzü ve Madrid

Geniş bulvarları bir yana, asıl çarpıcı yanı sessizliği. Sabahın koşuşturma saatleri biraz aşılınca derin, büyük, ferah bir sessizlik başlıyor. Sessizlik. İnsanın neredeyse suratına vuran...

26 Şubat 2016

Çok erken sabah uçağı. İndiğimizde gün ortası bile değil. Bavulları bırakıp Arco sanat fuarına koşuyorum. Neredeyse geceye kadar görüşmeler, işler. Sonra akşam, yemek. Müthiş bir geleneksel mutfak. Yağda kızartılmış her şey, biberler, patatesler. Üstüne yumurta kırıyorlar patateslerin ve bunu akşam yiyorlar. Sonra Serrano jambonları ve her şey... Ardından uzun yürüyüşler gerekiyor... Madrid, çok güzel bir şehir. İlk kez 1980'lerin ortasında geldim. Son yıllarda da her şubat ayında gidiyorum. İstanbul gibi 20 milyonluk bir dev ve örgütsüz, hatta vahşi şehirden çıkıp bir milyonun biraz üstünde nüfusun yaşadığı bir kente inince insan başka bir gezegene konmuş gibi oluyor. Retiro Parkı'nın civarında bir otelde kalıyorum. Küçük, pek işe de yaramaz. Ama üç adımda müzelere, Ritz Oteli'ne, Alcala Kapısı'na, Serrano Caddesi'ne yürünebiliyor. Parkın yeşilliği, üstündeki büyük gökyüzü cabası. Esasen o, Madrid sevdiğim şehirlerden; çünkü, artık çok az yerde gördüğüm büyük, sonsuz bir gökyüzüne sahip. Geniş bulvarları bir yana, asıl çarpıcı yanı sessizliği. Sabahın koşuşturma saatleri biraz aşılınca derin, büyük, ferah bir sessizlik başlıyor. Sessizlik. İnsanın neredeyse suratına vuran, insanı içine dönmek zorunda bırakan, ona sadece ayak seslerini dinleten, hatta o sesi çıkarmaktan bile çekinmesine yol açan, engin sessizlik. Büyük ağaçlar, büyük gökyüzü, büyük dinginlik! Garip bir yaşantısı var bu şehrin. Saat 11.00 civarında neredeyse kutsal bir iş gibi yapılan kahvaltı, saat 15.00 civarında yenen öğlen yemekleri. Gece saat 22.00'da oturulan akşam sofraları. Öte yandan hayatın sokakta aktığı bir kent. Batı uygarlığına bağlanmış, Katolisizmin neredeyse merkezi kentlerden biri Madrid. Bütün meseleleri büyük İslam uygarlığını içlerinden söküp çıkarmaları meydana getiriyor. Aynı şekilde bir başka mesele içlerindeki Yahudi birikimi. Bir o kadar horladıkları ama derin kültürel bilinçlerinde yer alan Çingenelik.

FLAMENKO VE CAZ
İç savaşlardan, diktatörlüklerden, faşizmden söz etmek istemiyorum, her ne kadar her defasında o sıkıntıyı içimde, etrafımda duysam da, Madrid yolculuklarında. Güzel yanlarıyla anımsamak istiyorum, bu küçük-büyük kenti. Mesela sabahları oturduğum eski, nefis, kadifelerle kaplı kafesiyle, mesela en eski 10 lokantasından biriyle, 30 yıldır gördüğüm, hâlâ aynı menekşe şekerini yapan dükkanıyla, gururlu, dimdik yürüyen kadınlarıyla, bilhassa soylu görüntüleri içindeki yaşlılarıyla... Toledo'dan dönüp, hazırlanıp, Flamenko izlemeye gidiyoruz. Ne diyebilirim ki, bu fazlasıyla teatral dans için? Kuşkusuz etkileyici, çok etkileyici, müthiş bir fizik güç gerektiren, acı yüklü bir oyun bu. Bütün ispanya öyle, bütün İspanyol kültürü ve müziği öyle. Bu ülke bir acı ülkesi, acılar ülkesi. İşin garibi, neşenin, hareket, hız ve ritmin o acıyla iç içe olması, bu kadar bütünleşmesi. Sahneye bakıyorum. Bir yanda söylenen şarkılar var. İster bozlak diyelim, ister ağıt diyelim değişmez; acıyı haykırmak bu. Karşısında ise yaşlı, zayıf, ufak tefek bir kadın dans ediyor. Genç, yakışıklı, güçlü erkek dansını tamamladı. Az sonra pırıl pırıl, çok iri, çok güzel, genç bir kadın çıkıp dansına başlayacak. Bir öykü var burada. Adam eski sevgilisi yaşlı kadını bırakıp genç kadına dönüyor. Çok sevdiğim bir dans değil bu. Ben zaten dans sevmeyen birisiyim. Ama müthiş bir güç, enerji, irade istiyor bu sahne çabası. Duyarlılığını, dansçı, izleyiciye yansıtmak zorunda. Asıl maksat bu. O öyküyü yaşamalı insan.

GECE İNSANLARI

Beni işin başka boyutu ilgilendiriyor. Bu dansın arkasında müthiş bir kültür birikimi, kültür karmaşası var. Çingene, Yahudi, Arap, İspanyol kültürü oluşturmuş bu gösteriyi. Hâlâ da harıl harıl tartışılıyor kökenleri, kime ait olduğu. Bence anlamsız. sonunda ortada bu gerçeklik var. İzlediği zaman insan o kültürleri de görebiliyor. Yıllar önce de izlemiştim. Tahta sıralara oturmuştuk, bir yer altı kulübünde. Şimdi yemek yeniyor, içki içiliyor izlenirken. Daha 'turistik' olmuş denebilir mi, bir şey söyleyemem. Zaten flamenkonun asıl meskeni Madrid değil, başka bölgeleri İspanya'nın. Flamenko, boğa güreşi, tapas... Flamenko'dan çıkıp o güzel kahveye gidiyoruz. Bir caz kafe burası. Ne kadar güzel. Eski bir sanayi yapısı. Devasa, yerden tavana kadar camların dışında küçük bir meydan var. Karşısında Art Nouveau bir yapı. Siyah döküm sokak lambalarından turuncu bir ışık yayılıyor parke taşlarının üstüne. Yağmur dökülüyor göklerden. İnsanlar aldırmadan dolaşıyorlar, gece insanları bunlar. Müthiş, tepeden tırnağa delicesine çiçek açmış bir badem ağacı var. İçeride caz çıldırıyor, dev gibi zenci trompetçi çalgısını bağırtıyor... Flamenkodan sonra caz! İspanya bir şenliktir diyorum içimden...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA