Günlerden Cuma, aylardan Ekim, yıllardan 1976'ydı. İstanbul'un Yeşilköy sınırları içerisinde yer alan havaalanında sabaha karşı yoğun bir kalabalık vardı. Devlet erkanının en önemli isimleri, bürokratlar, gazeteciler ve hatta Diyanet İşleri Başkanı bile oradaydı. Beklenen büyük bir hac kafilesi ya da başka bir ülkenin Devlet Başkanı değildi. Beklenen kişi; dönemin en önemli spor adamı olan, birkaç yıl önce dinini değiştirip Müslümanlığı seçerek dünya çapında gündem yaratan, kelebek gibi uçup arı gibi sokandı. Beklenen kişi Muhammed Ali Clay'di. İlk defa Türkiye'ye gelecek olan Muhammed Ali için başta dönemin Başbakan Yardımcısı ve Milli Selamet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan ve Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş olmak üzere herkes büyük heyecan duyuyor ve 'teyyare'nin gelmesini dört gözle bekliyordu. Bu ziyaret çok önemliydi. Daha önce Spor Bakanlığı tarafından Türkiye daveti alan Muhammed Ali bunu kabul etmemişti ancak bu sefer davet 'dini' olunca 'evet' demiş ve yanına 2 yardımcısı ile Amerikalı dini lider Wallace Muhammed'i de alarak İstanbul'a gelmişti.
Uçak indikten sonra ilk olarak 2 kişi çıktı kapıdan. Daha sonra o 2 kişiyi birer ufak çocukmuş gibi görmelerine sebebiyet veren, dev cüssesi, mağrur duruşu, dik başı ve Türkiye topraklarının gördüğü en esmer teni ile Muhammed Ali yürümeye başladı. Üzerinde siyah kısa kollu bir gömlek vardı. Altında ise yine siyah kumaş bir pantolon. Londra aktarmalı geldikleri için yorgun görünmüyordu. Herkes bir anda Muhammed Ali'nin etrafını sardı. Önce yüzünde tebessüm ettiren bu ilgi daha sonra bunalmasına neden oldu. O sırada konudan bağımsız olarak havaalanında olan kimisi yolcu, kimisi çalışan herkes işini gücünü bırakıp etrafını sardı. Kolay değildi, dünyanın en önemli sporcusuydu o. 2 sene önce George Foreman'ı kimsenin şans tanımadığı bir maçta yenerek şampiyon olduğunda söylediği her şey gerçeklemişti: "Şimdi hepiniz, tüm gazeteciler benim dünyanın en iyisi olduğumu yazacaksınız. Çünkü ben böyle istiyorum."
Güç bela havaalanından çıktıktan sonra biraz dinlenmek için oteline giden Muhammed Ali birkaç saat sonra lobide boy gösterdi tüm heybeti ile. Gözleri parlıyordu. Havaalanında kendisine sarılan Necmettin Erbakan'ın bu davranışını sabahtan bu yana aklından çıkaramıyordu. Öyle ya, ilk defa yabancı bir ülkenin beyaz devlet adamı ona sarılmıştı. Oysa o Necmettin Erbakan'ın, 2 yıl önce Foreman'ı yendiği maçı saat farkı nedeniyle gece yarısı uyanarak izlediğini, galibiyetten sonra "Bu zaferi kendi zaferimiz gibi sayıyoruz" şeklinde yorumladığını bilseydi sevgisi daha da artardı. Üzerine giydiği bej rengi takım elbisesini, turuncunun açık tonlarında bir kravatla tamamlamış, ayağına da tertemiz kahverengi bir ayakkabı giymişti. Sıktığı parfümünün mis kokusu tüm lobiyi kaplamıştı. Herkes döndü ve ona baktı. 'Hadi' dedi, 'Çıkalım. İstanbullularla tanışmak istiyorum'
Muhammed Ali'nin Türkiye ve İstanbul'a sempatisi çok eskilere dayanıyordu. Dininin direği namazı bile bir Türk'ten öğrenmişti. 76'daki İstanbul ziyaretinde de unutulmaz bir anı bırakmaya kararlıydı. Bu sefer ki dünya spor tarihine geçecek cinsten oldu: Konuşma yaptıkları sırada, Müslüman lider Wallace Muhammed, Ali'ye döndü ve dedi ki, "Madem İslam'a hizmet etmek istiyorsun. O zaman boksu bırak ve kendini tamamen dine ada..." Herkes şaşırdı. Erbakan ve Ali de şaşkındı. Daha 2 sene önce şampiyon olan ve bu spordan milyon dolarla kazanan Ali çok fazla beklemeden mikrofonu Wallace'ın elinden kaptı: "Kafam karışıktı ama liderim Wallace Muhammed'in sözlerinin üzerine her şey tertemiz oldu. Boksu bıraktığımı kardeş ülke Türkiye'de açıklıyorum." Bu sözlerin üzerine kulakları patlatırcasına alkış tufanı koptu. Ali sözünde durdu; 2 yıl sonra boksu bıraktı. Ama o 2 yılın sonunda hayatının sonuna kadar yakasını bırakmayacak olan parkinson hastalığına yakalandığını da öğrendi. Kariyeri boyunca 30 bine yakın yumruk yiyen Ali'nin belki de canını en çok acıtanı bu hastalık haberini almak olmuştu.
İşte böyleydi Ali'nin Türkiye hikayesi. Dünya sadece efsane bir spor adamını değil, mükemmel de bir Müslüman'ı kaybetti. Çocuklara ismini, siyahlara özgüvenini miras bıraktı. Lokantalarda yemek verilmeyen siyahların bir gün Amerika Birleşik Devletleri'ne başkan olduğunu da gördü. Gam yemedi, huzurla ayrıldı aramızdan Muhammed Ali.
Serkan Akkoyun