Ali Bayramoğlu

04 Aralık 2012, Salı

Fişler ve fişçiler cehenneminde...

Önemli olan sadece bir dönemin sorumlularını yargılamak değildir, kimi kurumları ortadan kaldırmak da değildir. Aynı zamanda bu dönemin faaliyetlerini didiklemek, tortularını temizlemek ve gerekirse suçluları yargı önüne çıkarmaktadır. Çeşitli ülkelerin kendileriyle yüzleşme, içindeki karanlıkları aydınlatma, hastalıklı bölümlerini kesip atma hamlelerini, kitaplardan biliriz, gazetelerde okuruz…

Biliriz ki, Latin Amerika, Avrupa'nın güneyi, İspanya, Portekiz, Yunanistan askeri darbeler sonrası girdikleri karanlık dönemlerle hesaplaştılar. Biliriz ki, darbe yapanlar, hak ihlal edenler, işkenceciler teşhir edildiler, cezalandırıldılar. Bunlar bize yıllarca yabancı kalmıştır. 27 Mayıs'ta asker, başbakan ve iki bakan asmış, cumhurbaşkanını, onlarca bakan ve milletvekilleri zindana atmıştı. Hesap hâlâ masada duruyor… 12 Mart ve 12 Martçılar ilgili tavır sadece kitaplarda ve ahlaki… Onun hesabı da masada… Ziverbey Köşkü'nde işkence yapan gizli servis memurlarının, subayların kim olduklarını bile hâlâ bilmiyoruz… 12 Eylül'le ilgili dava daha yenilerde açılabildi. Önemlidir iki darbeciyi yargılamak. Ama bu, Diyarbakır Cezaevi utancının üzerindeki perdeyi, işkencecileri, onlara eşlik eden doktorları, emirle idam cezası veren savcıların üzerindeki örtüyü kaldırmaya yeltenmiyor. Ve devr-i Susurluk… JİTEM… Ordu içindeki resmi bir birimin denetiminde işlenen yüzlerce faili meçhul cinayet… 1984- 2000 yılları arasında Güneydoğu'daki illerde JİTEM'de görev yapmış onlarca subay bugün hâlâ görev başında… Liste uzun… Gereği de uzun… Haksızlık etmeyelim kendimize, hiç yol almıyor, hiç sorgulamıyor değiliz… Dedik, 12 Eylül davası var, elbet Balyoz davası var, Ergenekon davası var, 28 Şubat davası var… Ama teslim edelim ki yüzleşme, hukuki, siyasi, ahlaki yaptırım ve arınma konularında henüz işin başındayız…

Geçenlerde davet edildiğim TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu'nu 28 Şubat hakkında bilgilendirirken bir kez daha farkettim ki, yolun gerçekten başındayız. Tek bir örnek meramımı anlatmaya yetecektir… Türkiye'nin gündemine zorla soktuğum ve kalkmasına kadar okuru, izleyeni bıktırcasına tekrar tekrar altını çizdiğim EMASYA Protokolü'dür bu örnek. 28 Şubat döneminde imzalanan bu protokol malum, askerin iç güvenlik alanında kullanımına ilişkindi. Aslında askerin iç güvenlik alanında kullanımına ilişkin yasada ilke basit ve açıktır: Mülki amirler terör, sosyal ayaklanma, afet hallerinde ve sivil kolluk güçlerinin yetersiz kalması üzerine, askeri birimleri göreve çağırabilirler. Bu hükümlerin içi genel olarak bir protokol tarafından doldurulur. Ardından EMASYA Planları yapılır. Asker, valiliklerin emrine verecekleri EMASYA birlikleri tayin eder, bu birliklerin muhtemel harekat planlarını ve emir komuta mekanizmalarını tespit eder. 28 Şubat'ta Refahyol hükümeti devrilir devrilmez İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında imzalanan yeni protokol, bu ilkeleri tersine çevirmişti. Buna göre asker gerekli gördüğü durumlarda mülki amirden izin almadan hareket geçebilecekti. En az bunun kadar önemli bir husus EMASYA'nın sürekli ve ayrı bir askeri yapı haline dönüştürülmesiydi. Her ilde garnizonlarda güvenlik merkezleri kuruluyordu. Muhtemel olaylara engel olmak için o ildeki tüm istihbari bilgi bu merkezlerde toplanıyor, bu merkez istihbarat toplayabiliyordu.

Bunun anlamı şuydu: (Bir) iç güvenlik alanında askerin tam özerkleşmesi ya da güvenlik alanını askerileşmesi, (iki) askerin topluma yönelik fişleme yapması ve yaptırması, (üç) EMASYA Planları'nın gerektiğinde (Balyoz semireninin gösterdiği gibi) askerin düzene el koymasının aracı ve yönergesi haline dönüşmesi. Neden oluyordu bütün bunlar? Asker topluma, İslami kesime, siyasete yönelik büyük bir güvensizlik içindeydi, bir yandan sistemi tümüyle askerileştirerek denetim altına alıyor, öte yandan fiili takip ve darbe aracı ve ortamı üretiyordu. Sık söylerim, EMASYA, 28 Şubat'ı devlet işleyişi, devletin askerileşmesi, toplumu kriminalize edilmesi ve fişleme düzeni açısından tam resmeder. EMASYA kağıt üzerinde kalmış değildi. Garnizonlardaki o merkezler 28 Şubat döneminde ve sonrasında faaliyetlerini sürdürmüştür. Nitekim Türkiye EMASYA'nın varlığından 28 Şubat'tan yıllar sonra 2004'te bir sosyete fişlemesi skandalıyla* haberdar olacaktı. Ama bilindiği gibi pek de ciddiye alınmamıştı bu durum. Ta ki 2010'a kadar… Balyoz darbe planının EMASYA planlarına dayandırıldığı ortaya çıkana kadar… O tarihte iptal edilmişti EMASYA Protokolü… Ama sorular ve tortular var. Sorular şunlar: 1. 1999-2010 arası EMASYA ne tür fişlemeler yapmış, tedbir adı altında ne tür faaliyetlerde bulunmuştur? 2. Bu 11 yıl boyunca tutulan fişler, muhtemelen Batı Çalışma Grubu'nun devrettiği diğer fişler ve notlar nerededir? İşin özü işte budur, önemli olan sadece bir dönemin sorumlularını yargılamak değildir, kimi kurumlarını ortadan kaldırmak da değildir. Aynı zamanda bu dönemin faaliyetlerini didiklemek, tortularını temizlemek ve gerekirse suçluları yargı önüne çıkarmaktadır.

Komisyonda söyledim bunları, işin gerçekten daha başındayız… * Askerin, EMASYA üzerinden fişlediği (rock'çılar, homoseksüeller, zengin çevreler, vs) ilgili evrakların, bir kaymakam tarafından basına sızdırılmasıyla patlayan skandal.

11-24 EKİM 2012

SON DAKİKA