Ali Bayramoğlu

04 Aralık 2012, Salı

Muhacirin zihniyeti...

Biz muhacirliğin getirdiği kaygıları hâlâ tashih etmeye çalışıyoruz, buna demokrasi adı veriyoruz... Kaybetme endişesi meselemiz derinde budur...

Hilmi Uran. Tarih sayfaları arasında kaybolup gitmiş isim. Tek Parti döneminin genel müfettişlerinden ve içişleri bakanlarından olan bu zatın, bugün baskısı tükenmiş "Hatıratım" adlı son derece ilginç ve önemli bir anı kitabı vardır. Uran, 1911 yılında Çeşme'ye genç bir kaymakam olarak atanır. Çeşme ve köylerinin ezici çoğunluğu Rumlardan oluşmaktadır. Balkan Savaşı'nın kaybedilmesi, binlerce Müslüman göçmenin kafilelerle yola düşmesi, İstanbul ve Anadolu'ya yığılması, camilerde sefil halde konaklaması hem acı hem gergin bir hava oluşturur. Biraz ortam, biraz söylentiler derken Çeşme'nin Rum ahalisi paniğe kapılarak karşıdaki Sakız Adası'na, yanına pek az eşya alarak, kayıklarla göç eder. Kısa sürede ilçe ve köyler boşalır. Bir süre in cin top atar Çeşme'nin Rum mahallelerinde... Sonra önce boş evlere Türk mahallesinden yerleşmeler olur. Ama buralara esasen Balkanlar'dan göçmüş, sürülmüş, yorgun Müslüman muhacirler yerleştirilir. Uran kitabında yeni gelenlerle Rumların bıraktıkları miras arasındaki karşılaşmayı, anason tarlasına sokulan eşeklerden, rahip şemsiyesi kullanmaya kadar harika bir dil ve gözlem yeteneğiyle anlatır. Bilmem kaç sinemacı arkadaşıma "Hatıratım"ın bu kısmından yola çıkan bir film yapmasını teklif etmişimdir... Düşünün bir gece yüzlerce sandalın karşı adaya gidişi... Başka binlerce insanın Çeşme'ye gelip yerleşmesi... Göç ve karşılaşmalar... Bu satırlar, Uran'ı anmak kadar, muhacirlik meselesine bir girizgâh yapmak içindi. Zira nihayetinde bu topraklarla ilgili kendimize sorduğumuz neredeyse tüm sorular, yaşadığımız siyasi ve varoluşsal kaygılar, güven ve güvenlik arasında gidiş gelişler, kuvvetli bir öteki fikri, sert siyasallaşmalar hep "biz kimiz", "burası kimin" sorusuyla, bu sorunun türlü biçimleriyle ilgilidir... Ermeni ve 1915 tartışmalarında da bunu yaşarız, Kürt meselesinde de, devletle, hatta güvenlik fikriyle ilişkimizde de...

Doğaldır bu. Zira bizde "ulus oluşumu"nun temelinde de, temel olarak 1830'larda başlayan, kökü daha eskiye Osmanlı'nın ilk toprak kayıplarına giden ve biteviye Anadolu'ya doğru akan yaklaşık 150 yıllık bir Müslüman göçü yatar...Batı'da ulusu kuran dildir, Şark'ta ve bizde ise din... Cumhuriyetin ilk yıllarında, yerleşik bir halk olan Kürtler (ve kısmen Araplar) dışında, Anadolu nüfusu önemli ölçüde göçmen Müslümanlardan oluşmaktadır. Gayrimüslim nüfusun şu veya bu şekilde Anadolu'dan uzaklaştırılması, dinden hareketle yapılan nüfus ayıklanması, uluslaşma sürecinde madalyonun diğer yüzünü oluşturur. Korkutarak göç ettirme, ekonomik göçler, gönüllü göçler, katliamlar, hem Anadolu'ya Kuzey'den ve Batı'dan gelen Müslümanların, hem Anadolu'da mukim gayrimüslimlerin ortak öyküsüdür. Bu uluslaşma sürecinin, özellikle topluluklar açısından, travmalarla iç içe geçmiş, sabit bir bellek oluşturacak kadar acılı, 100-150 yıla yaslanan sürekli güç üstüne oturan bir süreç olması üzerinde önemle durmak gerekir. Kaybedilmiş mallar, verilmiş canlar,buna karşılık gasp edilmiş mallar, alınmış canlar üstüne oturan bu sürecin, kimlik kurucu bir yönü bulunmaktadır. Bu açıdan baktığımızda bugün Türk kimliği ile güvenlik fikri ve arayışı arasında, diğer bir ifadeyle güvenlik duygusuyla kimlikleşme arasında yakın bir ilişki olduğunu düşünebiliriz. Bu öykü, güvenlik kurumlarına verilen aşkın ve aşırı değerden millet-ordu anlayışına, siyasetin devlete indirgenen algısına, devlet kurumunun ise temel olarak asayiş ve güç fikri üstüne oturtulmasına kadar uzanan özellikler taşır. Daha da ileriye giderek, bir dizi "modernist milliyetçi" ideolojiye, Türk-İslam sentezi vurgusuna, gündelik hayatı kuşatan militarist söyleme, en azından bunların kimi boyutlarına bu noktalardan hareketle buradan ulaşmamız mümkün olabilir. Bugün yaşadıklarımızla bunun ilgisi ne? Şu: Biz muhacirliğin getirdiği kaygıları hâlâ tashih etmeye çalışıyoruz, buna demokrasi adı veriyoruz...

Kaybetme endişesi meselemiz derinde budur... Bu yüzden kimi meselelerde duygu ve tepki ötesine geçen siyaset kapıları kapalıdır. Örnek mi? Pek çok... Siyasi arenaya bakın yeter...

13-26 EYLÜL 2012

SON DAKİKA