Türkiye'nin en iyi haber sitesi
NUR ÇİNTAY

Büyülü konakta mistik yolculuk

Rönesans dönemine uzanmak için İtalya yerine Kapadokya'ya gidilir mi? Nietzsche'yle, Dante'yle tatile çıkılır mı? Çok istersek, kâinat seferber olur mu? Ürgüp'deki Sacred House; tarihten inanca, felsefeden sanata, zihin egzersizi yaptırıyor. Hayal gücünü esnetip, başka âlemlere uçuruyor...

Kapadokya, kendisine geleni, kapıp götüren bir bölge... Her biri ayrı bir surata, karaktere, imgeye benzetilen peribacalarıyla kafayı bozup hasbıhale girilebilir. Balona bindikten sonraysa artık sen o eski sen değilsin! Yıllar önce ilk gittiğimde (Yaklaşık 25 yıl) tuvaleti dışarıda olan köy evlerinde kalmış, o zamanki naif dünyamıza göre çok büyük maceralar yaşamıştık. Sıfır konfor ama bin hikâye... İnsan büyüdükçe daha rahat yataklarda uyumak, güne daha iyi banyolarda hazırlanmak istiyor. Ama konfor arttıkça hikâye azalsın da istemiyor. Otel odalarının ortak özelliği nedir? Fiyata, yıldıza, kitlesel turizmi mi yoksa özel müşteriyi mi hedeflediğine vs göre değişir ama çoğu otel odasını ancak siz kişiselleştirirsiniz. Ruhu yoktur.

OKULLU DEĞİL , İÇGÜDÜLÜ!
Burasıysa tam tersine, safi ruhtan oluşuyor sanki. Sütunlar, heykeller, antikalar, tablolarla dolu bir film platosu, bir tarihi yeraltı şehri adeta. Dante'nin Inferno'suna atıfta bulunan yeraltı SPA'sı, bir yandan da Stanley Kubrick'in Eyes Wide Shut'ı çağrışımlı. Odalarda gerçeküstü bir atmosfer... Kütüphanede ünlü düşünürlerin en değerli ilk baskıları... Her köşe, insanı başka dönemlere, hayatlara, dünyalara götürüyor. Mistik âlemlere. Afallatıyor. Ürpertiyor. Tedirgin ediyor. Efsunluyor. Psikolojisiyle oynuyor insanın. Ne düşüneceğini şaşırtıyor. Burası neresi? Ürgüp'ün Dutlu Cami mahallesindeki Rönesans, Nietzsche, felsefe, mistisizm, estetik, eklektisizm üssü! Tarifi zor tarzda, gireni çarpar dozda, benzersiz bir butik otel: Sacred House. Hikâye 13 yıl önce başlamış. İstanbul şehir hayatında sistemin kendisini dışarı attığını söyleyen ve Kapadokya'ya gelip bir otelde yöneticilik yapan Turan Gülcüoğlu'nun, 250 yıllık bir Rum konağını restore etmesiyle. "Perişan haldeydi" diyor 42 yaşındaki Gülcüoğlu. "Bir gün terasta otururken 'Buraya dünyanın en güzel otelini yapacağım' dedim kendime. Ondan sonra başladım okumaya, taş taş üstüne koymaya, sanatla uğraşmaya..." Mühendis mi? Mimar mı? Sanat tarihçisi mi? Hiçbiri değil. Ama zihni başka türlü çalışan ilginç biri olduğu kesin. "İçgüdüsel olarak üretiyorum" diyor. "Rönesans dönemi benim için çok önemli. Kendimi ait hissettiğim bir dönem. Çünkü sanata karşı inanılmaz bir uyanış var. Hayatım boyunca da hep zor fikirleri anlamaya çalıştım; Nietzsche, Sartre, Schopenhauer gibi... Egzistansiyalist felsefeyi ve estetiğin ne olduğunu anlamak için çok uğraştım. Neden güzel ve neden çirkin? Kâinatın, estetiğin bir disiplini var. Disiplinsiz estetik olmaz."

ALGI KAPILARI AÇIK

Peki eğitimsiz, bu gördüklerimiz olur mu? Zeki adam, tamam da, bu kadarı nasıl yani? "Üniversitede bir sıkışmışlık vardı içimde, ruhsal anlamda bir doğum sancısı... Anneannem Dil-Edebiyat okumuş enteresan bir kadındı. Aryalarla büyüttü beni. 'Turan, bir şeyi çok istersen, kâinatın bütün güçleri onu yapabilmen için seferber olur. Yeter ki çok iste, çok hayal et' derdi. Bir şeyi bütün kalbinizle hayal ederseniz kâinatın bütün güçleri sizin onu yapabilmeniz için seferber oluyor." Hâlâ 'Nasıl yani'? Çok istersek biz de böyle bir otel mi yapıyoruz bir sabah kalkıp? Normal şartlarda, hayır... Ama Turan Gülcüoğlu, anormal şartlara sokuyor kendini: "İki sene boyunca hiç uyumadım. Her gece bir şeyler çizip ustaların önüne koydum. Boğazımdan bir şey çıkması, kusmam gerekiyordu." Çılgınca okuyor. Bütün parasını bu işe harcıyor. Sağlığını da. İki kere kalp krizi geçiriyor, ciddi parasız kalıyor, pek çok badire atlatıyor. En nihayetinde yedi odalı ilk bölümü bitiriyor. Oh! Oteli büyütmek istiyor sonra. Dorak Holding'le kesişiyor yollar ve ortak olunuyor. Esas 'Oh'u da burada çekiyor. Sonrasında Conde Nast Johansens tarafından iki ayrı birincilikle ödüllendiriliyor Sacred House: 'Most Excellent Hotel for Design and Innovation' ve 'Most Excellent European Service' payesi alıyor. İsmi, hissi, karakteri başka 21 oda var şu an. Hepsinin dönemi, kültürü farklı ama hepsi birbirinden ihtişamlı, şaşırtıcı, dudak uçuklatıcı... Ortak nokta, televizyonsuzluk... "İnsanların kutsal bir şeye ihtiyacı olduğuna çok inandım" diyor Gülcüoğlu. "Yani bir ev, iki arabadan çok öte bir şeydi hayat. Biraz daha fısıltılı, geçmişten hikâyeler taşıyan, insanların birbiriyle konuştuğu bir form olsun istedim. O yüzden televizyon koymadım." Çocuk da kabul edilmiyor 'Kutsal Ev' anlamına gelen Sacred House'a. İnanca, tarihe, kültüre, felsefeye... Sanata, estetiğe, erdeme, var oluşa... Bunlara kafa yormak ve kafa dinlemek isteyen bir kitleyle muhatap olmak peşindeler. Bir de "algı kapıları açık" olanlarla: "Kâinatın dengesi negatif ve pozitif üzerine kuruludur. İyiler ve kötüler vardır. Gri yoktur" diyor Gülcüoğlu, sohbet koyulunca. "Hayatım boyunca şövalye ruhlu bir adam olmaya çalıştım. Bu otel de algı kapıları açık, iyi olmayı başarabilmiş insanlar için bir tebrik formu olsun istedim."

ORTAÇAĞ MÖNÜSÜ

Böyle bir otelde Kulüp Sandviç veremezsiniz haliyle. Angels & the Searchers (Melekler ve Kâşifler) adında bir restoranı var Sacred House'un. 16 yıl Hilton'da çalıştıktan sonra buraya gelen İzmirli şef Engin Kolsuzoğlu'na emanet mutfak. Açık büfe sisteminden bunalmış, sürekli yazılı kaynak tarayan, araştırmaya meraklı biri var karşımda. Çok denk düşmüş. Kapadokya'ya gelenlerin genellikle üç gün kaldığını göz önünde bulundurup üç ayrı mönü oluşturmuşlar: Ortaçağ, İtalyan, Anadolu. En meraklandıranı Ortaçağ mönüsü tabii ki... Tarçın ve karanfil gibi keskin baharatların kullanıldığını, özel günlerde Siyami diye bir meze yapıldığını, neyi nasıl yorumladığını, heyecanla anlatıyor Engin şef. O dönemde o bölgede yetişen malzemelerin dışına özellikle çıkmıyorlar. Ermeni Usulü Borç Çorbası'nda, renge de yansıyan bol pancar var. Üstünde yöreye özgü manda yoğurduyla geliyor ve hayret ettiriyor uyumuyla. Garum Soslu Bıldırcın Yumurtası, Ortaçağ'da şövalyelerin ve savaşçıların kuvvetlenmek için yediği, yumurta ve balıktan mürekkep bir yemek. "İçindeki sirke, bal başta bizim damak tadımıza uygun değil gibi görünüyor ama bu lezzetleri doğru şekilde birleştirdiğinizde çok leziz bir yemek çıktı ortaya" diyor Engin şef. Columella salatası, adını Ortaçağ'da Roma'da yaşayan bir yazardan almış. Kedi dili, nane, kişniş gibi 20'nin üstünde ottan oluşuyor ve iki farklı sosla servis ediliyor. Zeytinyağı-limon sosu, boza kıvamında. Beni esas tavlayan ise közlenmiş patlıcanın kullanılmayan, çöpe atılacak kısımlarından yapılan füme sos. Şefin yorumu. Paraya bu kadar acımamış bir otelin mutfağında böylesine ısraf karşıtı bir yaklaşım olması da takdire şayan doğrusu.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA