Türkiye'nin en iyi haber sitesi
NUR ÇİNTAY

Analı kızlı!

Manşetlerde bir anne kız vardı: Hülya Avşar'ın, Kemal Kılıçdaroğlu'na verdiği cevap, zamanın hiç geçmediğini, doğduğu günü hatırladığımız Zehra Çilingiroğlu ise yılların nasıl da hızla aktığını düşündürdü...

Ne kadar tatlı bir muhalefet partimiz var! Ak Partililer herhalde hep dua ediyordur, Allah CHP'yi ardımızdan eksik etmesin diye! Öylesine tehdit olmayan, o derece siyasetten uzak bir parti ki CHP, genel başkanı dünyada başka mesele kalmamış gibi Hülya Avşar'a laf attı biliyorsunuz son icraat olarak. "Hülya Avşar kim? Kim Hülya Avşar?
Sanatçı mı? Sanatçılığı tartışılır, kimse kusura bakmasın. Yalakadan sanatçı olmaz, arkadaşlar. Herkes bunu böyle bilmek zorundadır. Sanatçı, dik durur. Sanatçı, aykırı insandır. Gücün karşısında, sanatçı eğilmez. Gücün karşısında eğilen kişiye de sanatçı denmez.
Sadece bizim ülkemizde değil, bütün dünyanın ortak söylemidir bu. Sanatçı dik durur, rüzgâra karşı yürür, aykırıdır.
Aykırılığın uyumudur sanat."
Bu ne paçoz bir üslup ve ne tapon bir içerik... Hadi babalanmaya, esip gürlemeye heves etti diyelim, içerik sağlam olsa ses etmeyeceğiz. Halbuki üç açıdan sorunlu:

ELDE BİR CİHAZ MI VAR ?
BİR:
'Aykırılığın uyumunu' icra eden yüce bir sanatçı olduğunu hiç iddia etmemiş bir oyuncu, şarkıcı, sahne insanı, pop kültür figürü olan Hülya Avşar'ı değerlendirmek, Kılıçdaroğlu'na mı kalmış? Bir sanat ölçüm cihazı mı var ki elinde? Ne zamandan beri o çiziyor sanatın çerçevesini? Ne sıfatla? Bu aşağılayıcı dil, ne haddine?
İKİ: Sanatçı, aykırı insan olmak zorunda filan değildir, uydurmasın.
Muhalif olmak zorunda hele, hiç değildir. Sanatçının, şarkıcının, oyuncunun da herkes gibi kendine ait bir siyasi tercihi olması çok tabiidir. İster iktidardan yana olur, ister muhalefetten, tamamen kendi bileceği iştir, kendi tercihidir.
ÜÇ: Bütün dünyanın ortak söylemi faslında iyice çuvallamış Kılıçdaroğlu.
Murat Bardakçı kapak olacak bir yazı yazdı o konuda, dünya tarihinden dünya kadar örnek vererek. "Hayatı boyunca Alman prenslerinin himayesinde olan ve eserlerinin çoğunu onlara ithaf eden Johann Sebastian Bach, aslında ucuz yalakanın teki imiş! Mozart da öyle imiş, Beethoven de, Papa'nın siparişi ile eserler veren Leonardo da Vinci de, Michelangelo da, Rafael de, yani aklınıza gelecek hangi sanatçı varsa neredeyse tamamı..." diye dalga geçiyor.
Sonra Osmanlı'ya geliyor: "Hele bizdekiler, mesela Dede Efendi... Sen öyle büyük bir musiki üstadı ol ama isyancıların, mesela Kabakçı Mustafa'nın tarafını tutacağın yerde git zamanın padişahlarının, Üçüncü Selim'in, İkinci Mahmud'un falan himayesine gir, onlar için eserler ver, hatta methiyeler bile bestele, yani dik duramayıp rüzgâra karşı yürümeden yalakalık yap! Üstelik sadece Dede, Hacı Ârif, Şakir Ağa gibi besteciler değil; Kanuni Süleyman zamanının Bâkî'si, Üçüncü Ahmed devrinin Nedim'i vesairesi de öyle, hepsi birer yalaka... Saraylar ve hükümdarlar için kitâbeler yazmış olan hat sanatının Râkım, Kazasker, Yesârî gibi en büyük üstadları da öyle..."
Marilyn Monroe'dan Catherine Deneuve'e başka örnekler de var Murat Bardakçı'nın yazısında, tamamını okumak için bakınız Çarşamba günkü Habertürk.

TAM YERİNE OTURAN CEVAP
Hülya Avşar, lafını sakınmamasıyla maruf bir isim. Dilinin kemiğinin olmamasıyla da. Hayat boyu hiç korkmadı polemikten, ondan beslendi hatta ama yersiz cevaplar verdiği de olmadı değil.
Bu defa fakat: Cuk. Gayet yerli yerinde, ne eksik ne fazla: "Kılıçdaroğlu'nun en büyük kusuru özgürlüğe ve demokrasiye karşı olması.
Bir de onu daha efendi sanırdım. Ben fikirlerimi, inandığımı özgürce söylemeye devam edeceğim. Bir hancı olarak yolcu olan Kılıçdaroğlu'nu görmezden geliyorum. Düşüncelerini özgürce ifade eden kişilere saygı duyuyorum, dolayısıyla Kılıçdaroğlu'na da 'kendi fikridir' diyerek selam ediyorum. 31 yıllık sanat hayatımdan hiçbir şüphem yok. Kılıçdaroğlu'nun lider olmadığını biliyorum, siyasetçi olduğundan da emin değilim."
Avşar'ın metni, Kılıçdaroğlu'nunkinden çok daha başarılı doğrusu. Politikaya girme zamanı gelmiş olabilir!

ZAMAN DURUYOR MU?
Hülya Avşar'ın bir polemikle gündeme gelmesinin şöyle tuhaf bir tarafı da var: Sanki zaman hiç akmıyor, geçmiyor, kimse değişmiyor, yaşlanmıyor...
Böyle rahatlatıcı bir güven, emniyet, tatlı ilüzyon! Haftanın bir diğer magazin simasının Ayşe Hatun Önal olması da bu hissi perçinliyor! Son 10-15 yıl yaşanmamış sanki. Genciz!
Fakat Zehra Çilingiroğlu oyunu bozuyor. Bu hafta, o nohutlu, ince bulgurlu, cevizli, etli, iki ayrı şekil köfteli çorbadaki gibi 'Analı kızlı' çalışmışlar manşetlere! Ve Zehra bizi gerçeklere döndürüyor: Bir yıl daha bitiyor. Yıllar artık ne kadar da çabuk geçiyor. Peşi sıra, üçer beşer...
Zehra Çilingiroğlu'nun hafta içi gazetelerde yer alan kırmızı elbiseli yetişkin hali bana böyle hissettirdi. Daha cenin zamanlarından tanıdığımız Zehra, artık neredeyse rüştünü ispat edecek.
İki kalmış: 16.
Halbuki nasıl da 'daha dün gibi' hatırlıyoruz Dr. Alp Nuhoğlu tarafından mikroenjeksiyonlandığını.
Henüz bir embriyoyken klasik müzik dinlediğini (Önceleri Beethoven, sonra Vivaldi, en son Mozart). Annesini tartıda 51'den 71'e çıkardığını...
15 Ocak 1998 Perşembe sabahı saat 9:57'de Amerikan Hastanesi'nde, 2 kilo 885 gram ve 47 santim ebatında bütün Türkiye'nin eline doğduğunu...
Sonrasını, bütün hayatını an be an hep beraber yaşadık. En son makyajdı, erkek arkadaştı, oralara da gelinmişti doğru ama bu son fotoğraf... Galiba arada bir yerde uyumuşuz... Bu makalemizi de Ferdi Tayfur'la bağlayalım: "Gençliğimi verin almayın yıllar / Beni yerden yere vurmayın yıllar..."

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA