Türkiye'nin en iyi haber sitesi
ATİLLA DORSAY

Yanan Londra'dan notlar

Kimbilir kaç yıl sonra (10 mu, 15 mi bilmiyorum) Londra'ya gitmek için tam da o olaylı haftayı seçmemiz nasıl bir rastlantıydı! Böylece isyanın tam ortasına düşmediysek de, polis arabası ve ambulansların siren seslerinden kafamız şişti, yüreğimiz kabardı. Ve hayatımızda görmediğimiz kadar polis gördük.
İngiliz basınına geniş sosyolojik yorumlar yapma fırsatı getirdi bu olay. Tüketim toplumunun tek model olarak sunulmasına tepkiden, alışverişin bir başka biçimde sürmesine (!), marka merakına isyandan yoksulların başkaldırmasına, ünlü İngiliz mizahından izler de taşıyan çok farklı şeyler söylendi.
Dönünce baktım da, bizdeki haber ve yorumlar da az değil: mal mülklerini savunan ve böylece yağmacılara dur diyen ırkdaşlarımız sayesinde... Olsun, bu kez nasılsa Batılının gözüne girdik işte... Fena mı? Biz şimdi dört buçuk günlük yoğun gezimizden notlar aktaralım.
* Londra bence artık Avrupa'nın en canlı kenti. Öylesine hareketli, öylesine kalabalık ki, bu alanda Paris, Roma, Viyana veya Brüksel'i çoktan sollamış. Aynı kalabalıkları Piccadilly Circus'tan British Museum'a, Buckingham Sarayı'nın önünden Saint Paul Kilisesi'ne, Selfridges AVM'sinden New Bond Street'e hemen her yerde bulmak, ayrıca şaşırtıcıydı.
* Londra'yı ünlü otobüsleriyle gezdik. 2.2 pounda aldığınız bir bilet bütün gün geçiyor ve hatları dikkatle seçerseniz; tüm kenti, en ilginç semtleri ve tüm eski yapılarıyla gezip görmek mümkün. Yeraltına hemen hiç inmedik. Londralılar trafik sorununu neredeyse çözmüşlerdi: Özel arabalar için kent merkezinde ciddi kısıtlamalar getirerek, şehri bir otobüs, tren, metro ve de taksi ağıyla örerek... Ve de küçük arabalara ağırlık vererek... Koca kentte trafiğe salınmış bir tek 'cip' bile görmedim desem, inanır mısınız?
* Yine yıllardır görmediğim British Museum'a gitmek, özellikle de günün konusu olan Türkiye'den kaçırılmış eserleri görmek istiyor ama büyük müzelerin önündeki kuyrukları hatırlayıp ürküyordum. Oysa ne kolaymış! Çünkü her daim ekonomik kriz yaşayan İngiltere, buna rağmen bu dev müze girişini bedava yapmıştı, hâlâ da öyleydi. Kuyruk filan olmuyor, rahatça geziliyordu. Böylece tüm bir salona yayılmış, Likya'dan kaçırılan Nereidler Anıtı'nı hayranlık ve üzüntüyle izledik. Halikarnas Mozolesi'ni ise salon kapalı olduğundan göremedik. Ayrıca Atina'dan yine dönem padişahının lütfuyla hibe edilmiş Partenon Frizleri'ni de izledik. İngiltere, tüm dünyanın adeta tarihini yazmış ve her yerden topladığı sayısız eserle belgeleyerek, insanlığa borcunu ödemişti. Ve sevgili kültür bakanımıza da daha çok iş düşüyordu!
* Londra daha 19. yüzyılda oluşumunu tamamlamış ve modern şehirciliğin nimetlerine erişmiş talihli Batı kentlerindendi. Onun için, görgüsüzlüğü yoktu, temelsiz modernleşmesi, gereksiz gelişme hevesleri yoktu. Böylece Hyde Park'tan Regent Park'a uçsuz bucaksız yeşil alanlarını tek bir ağacı kesmeden, tek bir kahve veya çay ocağına izni vermeden (İngilizlerin o büyük çay tutkusuna rağmen!), beton veya taşı sokmadan koruyor, gökdelene izin vermiyordu. Ve tüm eski yapılar korunup onarılıyor, güzelleştiriliyordu. Darısı başımıza...
* Eskiden daha ucuzdu sanki, bana pahalılaşmış geldi. Harrods veya Selfridges fiyatları yine el yakıyordu, ama BHS (British Home Store veya House of Fraser) gibi (aslen İskoç) kalitefiyat dengesi çok iyi dükkanları da vardı. Çin malları satan Monsoon'u saymasak bile... Meraklısı olduğum DVD ve CD'ler içinse Piccadilly Circus'ın yanı başındaki HMV'de yeterince ilginç ürünler buldum.
* Lokantaları ise eskisinden iyiydi. Kimi popüler pub'larda gayet leziz 'fish and cips'ler yedik. James Street'teki lokantaların sokakla içiçeliğine bayıldık, Trattoria Parmigiana'da nefis İtalyan mutfağı tattık. Baker Street'teki Royal China'da hayatımda ilk kez patlıcanlı bir Çin yemeği yedim: Deniz ürünleri püresiyle doldurulmuş patlıcan... Gerçekten nefisti ve şef bana bunun Kanton yemeği olduğunu, Çin'de ancak Kanton mutfağında patlıcan yendiğini söyledi. Covent Garden civarında Tavistok Street'deki Cote Bistro'da ise güzel Fransız yemekleri vardı.
* Son bir not. İngiliz toplumu, artık kesinlikle bir mozaik-toplum olmuş. Hep öyleydi, ama bu artık daha belirgindi. Otelimizin çalışanları, resepsiyon şefinden mutfaktaki garsona, Nepal'dendi, konuşup dost olduk. Onların bulduğu ve bizi ucuza havaalanına götüren şoför, Afgan çıktı. Gittiğimiz bankadaki mali danışman, başı örtülü bir Bangladeşli hanımdı. Köşedeki gazetecimiz Pakistanlı çıktı ve elbette her yer Hintli kaynıyordu. Bu arada, bu Asyalıların şivesine alışmak da sorun oldu! İngiliz toplumu eski homojenliğini çoktan yitirmiş ve öncelikle eski dominyonları olmak üzere, birçok halka kapılarını açmıştı.
* Bir de o görkemli müzikaller var. Ama artık başka bir yazıya...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA