Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Darbeye neden darbe denilemiyor?

3 Temmuz darbesine darbe denilememesi Batı'nın kökleri derinlere inen önyargılarını yansıtmaktadır

Mısır'da gerçekleşen 3 Temmuz darbesinin nasıl adlandırılacağı konusunda bilhassa Batı'da görülen kararsızlık, kökleri derinlere inen önyargıların ne denli kuvvetli olduğunu ortaya koymaktadır.
Merkezinde olduğunu varsaydığı dünyanın farklı bölgelerine, konumlarına göre "Ortadoğu," "Uzakdoğu" benzeri isimler yakıştıran Avrupa (Batı), demokrasi alanında bu coğrafî bölgelerle arasında öğretmen-öğrenci ilişkisi bulunduğunu varsaymaktadır.
Bu ilişki algısı çerçevesinde Batılılaşma taraftarı baskıcılık, "Batı" trarafından "Doğuluların medenîleşmesi için zorunlu" ve onların yararına bir rejim türü olarak değerlendirilirken, buna her türlü itiraz "Müslüman fanatizmi" ya da "milliyetçi bağnazlık" olarak yaftalanmaktadır.
Bu yaklaşımın ilginç örneklerinden birisi de Mısır'dır. Batılı çağdaşları ve daha sonra da Batı tarihçileri Mehmed Ali Paşa'nın Batılılaşma siyasetlerini "Mısır'ın medenîleşmesi" sürecinin başlangıcı olarak göklere çıkarırken, onun rejiminin inanılmaz boyuttaki baskıcılığına neredeyse değinmemişlerdir.
Profesör Halid Fehmi'nin Mehmed Ali Paşa üzerine kaleme aldığı ufuk açıcı çalışmalarında belgelere dayalı biçimde ortaya konulan bu baskıcılık, Batı tarafından "halisâne bir amaca hizmet ettiği için" üzerinde fazla durulması gereken bir olgu olarak değerlendirilmiyordu.
Bu nedenle Mehmed Ali Paşa ve Süveyş Kanalı'nın açılışında "Mısır'ın Afrika'dan ayrılarak Avrupa ile birleştiğini" ilân eden Hidiv İsmail her türlü övgüye mazhar olurken (ülkesinin çıkarlarını savunmaya teşebbüs ettiğinde Mehmed Ali Paşa ve bilhassa Hidiv İsmail'e nasıl tavır alındığı ayrı bir konudur), Ahmed Urabî, Mustafa Kâmil, Muhammed Ferid ve Sa'ad Zaghlul benzeri liderler ile Hizb el-Vatanî ve Vafd benzeri partiler "fanatik" olarak yaftalanmışlardır.

Diktatöre diktatör denmedi

Bu çerçeveden bakıldığında, Enver Sedat'ın Pan-Arabizm ve Batı ile ilişkiler konusunda Nasırcı yaklaşımı değiştiren siyasetlerini devralan Hüsnü Mübarek'e de Ortadoğu'nun önemli korku imparatorluklarından birisini kurmasına karşın "diktatör" denmeyerek, saygın "devlet adamı" muamelesi yapılmış olması fazla şaşırtıcı değildir.
Polis aracı görenlerin titrediği bir rejimin tek adamı Mübarek'e gösterilen saygının arka planını onun yarattığı "Siyasal İslâm Öcüsü" oluşturuyordu.
Vafd sonrasında Mısır'ın en önemli örgütlenmesi olan ve kurulduğu 1928 senesinden beri iktidarlarla inişli çıkışlı bir ilişki yaşayan İhvanü'l-Müslimîn (Müslüman Kardeşler) de bu çerçevede "çoğulcu demokrasiye geçilmesini önleyen nedenlerden birisi" olarak kavramsallaştırılıyordu.
Müslüman Kardeşler'in örgütlü gücü, Mübarek'in bile onlara 2005 yılında meclisteki sandalyelerin % 20'sini vermesiyle sonuçlanana benzer pazarlıkları zorunlu kılıyordu. Buna karşılık Müslüman Kardeşler'den radikal İslâmcılara ulaşan bir yelpazdeki örgütlenmeler, rejime Batı nezdindeki meşruiyetini kazandırıyordu. "Doğu"da bundan fazlası olamazdı.
Diğer seçenek "siyasal İslâm" olduğundan Mübarek'in korku imparatorluğu ehven-i şerreyn olarak kabul olunmalıydı. Dünya dengesi, bölge barışı ve Mısırın "çıkarları" için Mübarek'in güdümlü seçimleri "İslâmcılar"ın kazanabileceği gerçek seçimlere tercih edilmeliydi.
Batı'nın Mübarek'i son ana kadar savunmasını ve tüm örgütlenmelere açık siyaseti tehlikeli görmesinin nedeni de bu çifte standarttır.

Yanlış oy kullananlar

Winston Churchill, 1919 Osmanlı seçimlerini yorumlarken "Türkler oy kullan- dılar. Maalesef neredeyse tamamı oyunu yanlış biçimde kullandı" demişti. Batı liderlerinin modern Mısır hakkındaki düşüncesi de farklı değildi.
Kolaylıkla kandırılması mümkün "cahil" yığınların oylarını yanlış biçimde kullanmaları tehlikesine karşı "modern" kurumların denetiminde ve meclis, anayasa mahkemesi benzeri yapılarıyla kâğıt üzerinde demokrasiyi andıran güdümlü bir rejim Mısır benzeri ülkeler için idealdi.
Bu rejimi sağlayabilecek "modern" kurumun ordu olduğu aşikârdır. Mısır ordusu 1952 sonrasında sadece ülke siyasetini şekillendirmekle kalmamış, ekonomi üzerinde de ciddî bir kontrol tesis ederek, toplumun egemen gücü haline gelmiştir.
Denetim dışı olması nedeniyle kesin rakamların bulunmamasına karşın, uzmanların "gri alan" olarak niteledikleri ülke ekonomisinin %15 ilâ % 40'ı arasındaki bir bölümünü kontrol eden ordu, açık toplum ve gerçek demokrasinin toplumdaki ayrıcalıklı statüsünü sarsacağını varsaymaktadır.
Bir anlamda Avrupa sermayesi desteğiyle on dokuzuncu asırda Mısır'ı yöneten Türk-Çerkez elitinin yerini alan ordu, Kahire'nin etrafını saran geniş topraklardan, petrokimya tesislerine, otellerden ekmek fabrikalarına, spor tesislerinden paralı yollara varan ekonomik yapıları kontrol etmesi ve bizzat işletmesi nedeniyle olağan bir "silahlı kuvvetler"in oldukça ötesinde bir kurumdur.
Mensupları kendilerine mahsus yerleşim birimlerinde toplumdan tecrit edilmiş biçimde yaşayan, sayısız ayrıcalıktan istifade eden ordu, iktidar mücadelesinin önemli aktörlerinden birisidir. Bu nedenle statüsü değiştirilmediği müddetçe Mısır ordusunun demokrasi konusunda güvence ve "hakem" olabilmesi mümkün değildir.
Türkiye'de zannedilenin tersine Mısır ordusu ideolojik temelli bir "rejim" savunusu içinde değildir.
Onun temel amacı statüsünü, çıkarlarını ve ayrıcalıklarını korumaktır.

Hatalar eleştirilmesin mi?

Burada söylenmeye çalışılan; Muhammed Mursi'nin bir yılı bulmayan iktidarında hata yapmadığı, Müslüman Kardeşlerin de dünyanın en demokratik örgütlerinden birisi olduğu değildir.
Eski rejim kurumları tarafından kuşatılan Mursi, tartışmalı uygulamaları, bilhassa da 2012 Kasım'ında kendisine denetimsiz yasal düzenlemeler yapma yetkisi veren kararı ile demokratik meşruiyet sınırlarını fazlasıyla zorlamış ve toplumda ciddî bir bölünme yaratmıştır.
Ancak siyasetine yetmiş sene bir Avrupa devleti tarafından değişik biçimlerde müdahale edilen, otokrasinin her şeklinin denendiği, "tek adam"lığın doğal yönetim biçimi olarak kavramsallaştırıldığı bir toplumda seçimle gelen ilk liderin bir yılı bulmayan icraatı neticesinde "firavun"a evrildiğini savunmak, bu nedenle de "darbe"yi meşrulaştırmak anlamlı değildir.
Mısır'ın sorunu kimin cumhurbaşkanı olacağının oldukça ötesindedir.
Kurumların doğal görevleriyle sınırlandırıldığı, siyasetin tüm yasal örgütlenmelere açık olduğu ve siyasî aktörlerin demokrasiyi içselleştirdikleri bir toplumun yaratılması için alınacak uzun bir yol bulunmaktadır.
Bunun sağlanması alanında Mısırlılara yapılabilecek en büyük yardım, onlara "medenîleşmemiş bir öğrenci" olarak yaklaşmamaktır. Bu da tüm dünyada geçerli standartların Mısır'a da uygulanmasını ve darbeye "darbe" denilmesini de mümkün kılacaktır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA