Türkiye'nin en iyi haber sitesi
NİHAT HATİPOĞLU

27 şehid sahabeyi barındıran şehir

Mekke ve Medine'den sonra en çok sahabe mezarını barındıran şehrin Türkiye'de olduğunu biliyor musunuz?
27 şehid sahabenin mezarı; 6 peygamberin de mezar ve mekânlarına ev sahipliği yapan bu şehir Diyarbakır'dır.
Son zamanlarda maalesef terörle, şiddetle ve benzeri olaylarla anılan bu şehrin civarında dağınık halde yüzlerce sahabenin defnedildiğini biliyor musunuz? Bugünkü yazımda bu şehrin bilinmeyen birkaç noktasına işaret etmek istiyorum. Arzumuz, Diyarbakır'ın siyasi olaylarla değil de bu manevi cephesiyle anılmasıdır. Çünkü insanların aklındaki Diyarbakır imajı, hem bu şehre, hem bu şehirde yaşayanlara ve hem de Türkiye'ye yakışmıyor.
Diyarbakır Hz. Ömer'in halifeliği zamanlarında hicretten 20 yıl sonra fethedilir. Hz. Ömer'in komutanlarından biri olan İyaz bin Ganem (r.a.) 8000 kişilik ordusuyla Bizans şehri olan Diyarbakır'ı kuşatır. O esnada bu şehri Meryem-i Dara isimli bir kadın idare etmekteydi. Direnirler. Ordu bu arada civardaki Palu, Hani, Silvan gibi merkezleri ele geçirir. Ancak Diyarbakır direnmeye devam eder. Nihayet kuşatmanın 5. ayında Hz. Halid bin Velid yanındaki 80 askerle bir tünelden şehre girerler. Şehrin kapılarını açarlar. İşte bu ilk çatışmada 80 kişilik sahabe grubundan 27-40 tanesi şehid olur. Şehid olanlardan birisi de Hz. Halid'in (r.a.) oğlu Hz. Süleyman'dır. Şehir fethedilir.

Şehidlerin dinmeyen kanı
Şehrin merkezindeki Hz. Süleyman Camii'nde Hz. Süleyman ve 27 arkadaşı gömülüdür. Bunların sayısının 40 olduğu da söylenir. Aslında bu şehidler toprağa gömülü değiller. Mahzende ve üstleri açık diye bilinir. Şöyle bir hikâye dilden dile dolaşır Diyarbakır'da. Caminin türbedarı Muhittin efendi her gün pamuk satın alarak mahzene iner ve oradaki şehid sahabenin kanlarını silermiş. Yüzündeki perdeleri ise hiç açmazmış. Bir gün pamuk alacak para bulamaz. Dalgın bir şekilde düşünürken temiz yüzlü bir yabancı yanına gelir ve bir kese para koyar avucuna. Sonra kaybolur. Türbedar bu para ile pamuk alıp mahzene iner. Şehidlerin kanlarını temizler. Bu arada şehidlerden birinin yüzündeki perdeye eli değer. Yüzü açılır. Hayretle görür ki bugün kendisine para veren kişidir. (Ali Öztürk, Diyarbakır'ın Şehid Fatihleri) Sonraları bu mahzen duvarlarla örülür. Diyarbakır'da anlatılan diğer bir hadise de şudur: 1926'da belediye başkanının emriyle, Diyarbakır'ın merkezinde bulunan sahabeden Hz. Şasa'nın mezarı kazılır. Orası bahçeye dönüşecektir. Bu sahabenin mübarek naşı çıkar ve sadece sol bacağının dizden aşağısının çürüdüğü hayretle görülür.

Altı peygamberin mezarı
Diyarbakır ve çevresinde altı peygamberin mezarı veya makamı vardır. Bu zatlar ya oralarda yaşamış veya oralarda gömülmüşlerdir. Bu peygamberlerin adları şöyledir: Zülküf, Elyesa, Harun, Hallah, Harut ve Enuş (Şit'in oğlu). Bir kısmının peygamberliği tartışılmalı da olsa bu liste kitaplarda verilir.

Eski Diyarbakır
Diyarbakır'ın tarihi böyle. Binlerce âlimin, zâhidin, tasavvuf büyüğünün yaşadığı bir kentti Diyarbakır. İnsanlar birbirlerini görünce gülümserlerdi. Edeb ve saygı hâkimdi bu şehirde. Ramazan ayında Ermeni ve Süryaniler oruç tutan Müslümanlara saygı anlamında açıkta yemek yemezlerdi. Müslümanlar ise başka din mensuplarına ve onların kiliselerine anlayışla bakarlardı. Bir sıkıntıları olduğunda yanlarında olurlardı.
Diyarbakır'ın eski müftüsü olan rahmetli Halil dedemin müftülük yıllarını hatırlıyorum. Çocuktuk. Dedemin geniş avlulu evi garibanların lokantası gibi dolup boşalırdı. Kan davaları, bitmez kavgalar onun müdahalesiyle bıçak keser gibi kesilir, çözüme bağlanırdı.
Din ve din hocalarına böylesine büyük sevgi ve saygı vardı. Kimsenin ırkına, diline, dinine, mezhebine, meşrebine göre muamele yapılmazdı. İnsan olmak, vicdanlı olmak yeterliydi. Düşmüşe sofralar açılır, kazanılan bir kuruş paylaşılırdı. Yabancı baş tacı yapılırdı. Her karış toprağından maneviyat fışkırırdı. Geleneksel medreselerde ilim, irfan, sevgi, ağırbaşlılık, peygamber ahlakı, hoşgörü ve maneviyat öğretilirdi.

Şimdiki Diyarbakır
Bugünkü Diyarbakır'da da yukarıda saydığım güzellikler aynen muhafaza ediliyor aslında. Misafir severlik, cömertlik, hoşgörü, affedicilik, saygı aynen duruyor. Duruyor ama bu anlatılmıyor. Dışarıya yansıtılmıyor. Çünkü şehrin üzerini sarmış olan politik kaos, nasipsiz söylemler şehri hak etmediği bir anafora sürüklemiş sanki. Dışarıdan baktığınızda kavganın, düşmanlığın, şiddetin gölgesinde bir şehir var sanıyorsunuz. Ama bu şehre ayak bastığınızda bu menfi noktaların hiçbirinin olmadığını görüyorsunuz.
İnsanlar yine lokmalarını paylaşıyorlar. Düşene omuz veriyorlar. Yabancının elinden tutup gideceği yere taşıyorlar. Ayrı-gayri yok. Çünkü doğrusu bu. Her kesim, her bölge, her kültür iç içe. Et ve kemik gibi olmuşlar.
Bu manzaraya bakarken birkaç not düşmek istiyorum. Diyarbakır'ı, bu sahabe ve peygamber şehrini beraberce hak ettiği konuma taşımak için...
Hz. Süleyman Camii'ne manevi-kültürel turlar düzenlenemez mi? Hz. Mevlana'nın Konya'sına yaptığımız manevi yolculukların bir benzerini 27 sahabe ve 6 peygambere toprak olan bu şehir hak etmiyor mu? Kaldı ki bu şehirde 400'ün üzerinde sahabenin gömülü olduğu iddia ediliyor. Dünyada bu rakamı ancak Medine ve Mekke geçer.
Çok aykırı siyasi görüşlere sahip olan gençlerin bile bir din âlimini görünce gelip onun eline sarıldığını biliyorsunuzdur. İslam'ın bu yüce gücünün birleştiricilik özelliğini hiç yitirmeden aynen koruduğunu söylemek isterim. Bu toprağın, Türkiye'nin herhangi bir ilinden hiç farkı yok. Bu satırları yazarken bile, gereksiz bir ayrıntı diyorum ama, o kadar yanlış tanıtılmış ki bu ilimiz bu cümleleri yazmak zorunda hissediyorum kendimi.
Medyamız Diyarbakır'dan bahsederken; şiddet, kavga, siyaset gibi temalardan başka bir şey düşünemez mi? Bu tür haberleri öne çıkararak bir şehri katlettiğimizin, bölücülüğü ve şiddeti beslediğimizin farkında mıyız?
Bu şehrin sahibi, bu şehrin imanlı ve inançlı evlatlarıdır. Halkıdır. Hz. Peygamber'in bir tutam saçı için bin yıl ayakta nöbet bekleyecek insanlardır. Ama maalesef onlar bunu gösteremiyor, ülke de bunu böyle bilmiyor. Ama bu böyle. Abartısız, evet aynen böyle.
İnanınız; Diyarbakır halkı hak etmediği bir konumda olduğunu fark eder ve silkinirse, sıkı sıkıya bağlı olduğu manevi bağların gereğini icraata dönüştürürse, Türkiye'nin manzarası ve talihi değişecektir. Bölgenin talihi değişecektir. Derim ki, biz de bu anlamda bölge insanına cesaret verelim, omuz verelim. Bir şeyler yapalım.
Peki Diyarbakır'daki yetkililer bu hususlarda gerekeni yapıyorlar mı? Müftülük gereğini yapıyor mu? Diyanet'in taşra teşkilatı daha çok gayret etmeli bence. İyi niyetle atılan adımlar ülke çapında bir tanıtıma dönüştürülmeli. Diyarbakır ve sahabe vurgusu yeterince yapılıyor mu? Bence hayır.
Bu arada Dicle Üniversitesi'nin ve özellikle Rektör Prof. Dr. Ayşegül Lale Saraç hocanın Diyarbakır için bir şans olduğunu söylemem gerekiyor. Gerekeni yapıyor, çalışıyor, gayret ediyor. Diyarbakır'ın bu kimliği görülsün diye. Diyarbakır kavgayla hatırlanmasın diye. Ama yeterli desteği görüyor mu? Bilmiyorum!
Diyarbakır'daki yerel medya, adını verdiğim kurumlarla işbirliği halinde bu çalışmalara bir ivme kazandıramaz mı? Yapabileceklerine inanıyorum. Yeter ki ikna edilsinler ve iyi bir iş yapacaklarına inansınlar. Çünkü onlar da, oradaki görüntüden, kaostan, kötü tanınmadan, politik anafordan sıkılmışlardır artık. Bıkmışlardır.
Dileğim şu; 2012 yılı Diyarbakır'ın hak ettiği gerçek yüzüyle tanınması için bir fırsat yılı olsun. Bunu yapmazsak Diyarbakır ve çevresindeki yüzlerce sahabe ve 6 peygamber bizden davacı olurlar. Haydi hep beraber manevi değerleri ve zenginlikleri unutturulmaya çalışılmış bu sahabe şehri için bir şeyler yapalım.

YAZARIN BUGÜNKÜ DİĞER YAZILARI
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA