Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Parthenon'u soymak ne demek?

Hocalık hayatımda üstünde düşündüğüm ve çalıştığım bütün konularda ders yapma imkânı buldum. Sadece Avrupa konusunda, çok istediğim halde ders açamadım. Avrupa kavramı nedir, Avrupa düşüncesi nasıl ve ne şekilde oluşmuştur, ne tür değişimlerden geçmiştir, kültürel açılımların, felsefi yaklaşımların bu kavramın şekillenmesinde ne tesiri olmuştur sorularının işleneceği, o dersi bundan sonra da açar mıyım bilmiyorum?
Ama bu konu hâlâ aklımda. Çünkü sadece çok farklı bir kültürel geçmişten gelen Türkiye değil, Avrupa'nın kendisi de bu konuyu un çuvalı gibi vurup vurup tozutuyor.
Son Avrupa düşünürü Habermas yaşlanalı bu konuda öne çıkan, yaratıcı bir felsefi yaklaşım görmüyorsam da, Avrupa tartışması, hâlâ çekiciliğini (dolayısıyla iticiliğini) koruyor.
Bu durumu doğuran ana sebep AB'nin son dönemde yaşadığı çöküş. Neredeyse bitmiş bir proje olarak ele alınıyor bu "birlik."
Böyle bir durumun ortaya çıkmasında büyük etken ekonomik kriz ise de Rusya'nın ve ABD'nin son dönemdeki pozisyonları Avrupa konusunun iç çelişkilerini ortaya koyuyor.
İki görüş var bu konuda. Bir, Avrupa'yı "karanlık kıta" diye gören ve nitelendiren, Mark Mazower gibi tarihçiler. Onlara göre bu kıta Faşizmlerin toprağıdır. Bütün savaşlar bu eksende açılmıştır, dolayısıyla Lenin haklıdır: emperyalizm, kapitalizmin son aşamasıdır ve Avrupa, bilhassa sömürgeciliğiyle, kara ve kirli bir tarihe sahiptir. Sadece o mu, beş milyon Yahudiyi bir "mühendislik problemi olarak" görüp yok eden gene Avrupa'dır.
İkinci görüş Avrupamerkezci (Eurocentric) yaklaşımdır. Bu konuda, basit gibi dursa da, ilk tespiti Weber yapmıştır ve der ki, doğrudur, Batı dışı dünya her şeyi ondan önce keşfetti, muhasebeden baruta, ses sisteminden edebiyata kadar ama onları sistemleştiren Avrupa'dır, bunu yaratan, üreten şartların üstünde düşünmek gerekir.
Buna ek olarak Avrupa'nın hümanist, Aydınlanmacı, devrimci, toplumsal sözleşmeci, anayasacı, demokratik tarihi ve özellikleri üstünde durulur. Sınıf savaşlarının, sosyal devletin Avrupa'sı vurgulanır.
Her iki görüş de doğru belli ölçülerde.
Ama bugün dünyanın sıfır noktasında değiliz.
Bilhassa Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra anlayışlar epey değişti. 1990'ların ve ardından gelen dönemlerin dünyayı çok daha çoğulcu, katılımcı, paylaşımcı bir iklimde tasavvur ettiği muhakkak. Bu, kendiliğinden doğmuş ve birilerinin himmetine muhtaç bir hal değil. "Fiziksel" bir gerçek olarak teşekkül etti. Küreselleşme ortaya koydu bu şartları.
Eğer sistemleştirme gücüne sahipse ve bu ise karakteristiği Avrupa'nın, ona düşen, bu olguyu, bu oluşumu sistemleştirmesiydi.
Halbuki ibrenin daha ziyade Mazowercı, biraz da Tony Juddcu bir çizgiye kaydığını görüyoruz. Bizzat o "özgürlüklerin Avrupa'sı" direniyor bu yeniliğe. Alttan alta bazen de açık açık İslam'ı, Müslümanlığı, zenciliği kendisine yeni düşman, yabancı korkusunu (zenofobi) kaşıyarak kendisine karşı direniyor. Böylece ruhunun derinlerinde yatan faşizan yaklaşımını kımıldatarak, o hiç sevmediğim Bernard- Henri Levy gibi "düşünürümsü"leri haklı çıkarıyor. O zaman hangi birlik, hangi erdemlerin Avrupa'sı?
Bu Avrupa, bırakın Bodrum Anıtını, uygarlığının beşiği saydığı Parthenon'u bile soyup (hem hırsızlık hem çıplak bırakmak manasında) müzelerinin duvarları arasına hapseden Avrupa değil midir diyecektim ama madem Avrupa günüdür, vazgeçtim, öteki Avrupa'yı düşünüyorum!

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA