Ardı ardına öyle kararlar verildi ki insan, "Bunun gerisinde yine toplum mühendisliği mi var?" diye sormaktan kendini alamıyor. Şeklen bakıldığında, "YSK'ya haksızlık yapılmamalı" dedirten ama içerik ve yansımaları açısından bakıldığında "Bu kadar tuhaflık tesadüf olamaz" noktasına varan kararlar bunlar...
Önce, küçük illerin vekil sayısı düşürüldü. Seçimden birinci çıkacak partinin aleyhine tablo kurgulandı.
Sonra, Alman makamlarının, "Gerekli güvenlik önlemini alırız" dediği günlerde dahi yurtdışında yaşayan Türk vatandaşlarına oy kullanma imkânı tanınmadı.
Arada, oy pusulalarının basım ihalesinde skandalın eşiğinden dönüldü.
Derken, BDP destekli Kürt kökenli bir grup milletvekilinin adaylığı veto edildi. Kamuoyu baskısına, devlet duyarlılığı ve mahkeme kararları eklenince duruş değiştirildi.
Ve nihayet, önceki gün Diyarbakır Bağımsız Milletvekili Hatip Dicle'nin mazbatası, "Sen zaten vekil seçilme şartlarını taşımıyordun" denilerek iptal edildi.
Bu dört önemli gelişme, Yüksek Seçim Kurulu'nun (YSK) aldığı pozisyonu sorgulamayı gerektiriyor. Hukuki gibi görünen kararlar dizisi, muhakeme biçimi itibariyle bünyesinde yığınla sorunu taşıyor, aynı zamanda çağdaş çözüm arayışını zorluyor.
Bir kere, YSK, 12 Eylül düzenlemelerini ve mantığını referans alıyor. Arada geçen 30 yılda hukuk alanında ve toplumda meydana gelen gelişmeleri gözetmiyor veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına göre yol haritası çizmeyi denemiyor.
İkincisi, 12 Haziran seçimlerinin sonuçlarını 10 günde güçlükle tescil edebiliyor. Çünkü yargı kurumları, bilgi ve iletişim tabanında hızla buluşamıyor. Henüz aday listeleri son şeklini almadan bir milletvekili hakkında verilen kesinleşmiş yargı kararına ulaşamıyor. "Medyadan duyduk. Bize seçimden 3 gün önce geldi" mazeretinin arkasına saklanabiliyor.
Üçüncüsü, YSK'nın yapısının, çalışma tarzının ve kararlarının yeniden ele alınması gerekiyor. Bundan sonra atılacak ilk adım, YSK kararlarına karşı Anayasa Mahkemesi'ne başvuru yolunun açılması olarak duruyor.