Türkiye'nin en iyi haber sitesi
FERHAT ÜNLÜ

Devlet denen iffetli gelin

"Devlet o kadar iffetli bir gelindir ki, iki kişinin birden karısı olamaz." Bu siyasal aforizma, Osmanlı Sultanı II. Bayezid'e ait. MİT kriziyle doruğa çıkan yürütme-yargı çatışması bu söz ışığında okunmalı.

Bundan tam beş yıl önce sıcak bir Haziran günü, ilk dalgası mütereddit bir cesaretle yükselen Ergenekon adlı anti-darbe soruşturmasının zamanla bir tür adli-darbe girişimine dönüşebileceği, toplumun bütün kesimlerince olmasa da bir kesimi tarafından öngörülüyordu.
Ordu; siyasal hareket alanlarını sürekli genişleten, dolayısıyla politik gücünü gün be gün artıran iktidar partisine 27 Nisan'da bir tür 'post-postmodern darbe' ile 'dur' demek istedi. Ancak siyaset, ceketini çıkarıp tehdidin üzerine üzerine gidince askerin 27 Nisan hamlesi, darbe teşebbüsü düzeyinde kaldı.
Bu girişimden çok değil, iki ay sonra başlayan darbe soruşturmasından istifade eden bir grup, yargı ve emniyet içinde 'paralel', 'otonom' bir yapılanma kurdu. 2007'de hükümetin desteğiyle başlayan bu inşa süreci, sonradan hükümete karşı girişilecek bir 'örtülü-soft darbe'nin miladı olarak kabul edilebilir.
Tarihin aklının, AK Parti'nin siyasette henüz çırak olduğu zaman dilimine tekabül eden 2002-2007 arasında siyasetin; erkini, askerle dolayısıyla 'derin devlet'le paylaştığını, kalfalık dönemine karşılık gelen 2007-2012 arasında ise Ali Bayramoğlu'nun deyişiyle otonom yapı ile yani 'paralel devlet'le paylaştığını şimdiden not ettiği varsayılabilir. Şubat 2012'de MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrılmasının da siyasetin gerçek anlamda tek başına iktidar olacağı yeni bir sürecin miladı olması muhtemeldir.
Son günlerin en popüler meselesini, sosyal medya jargonuyla 'trending topic'ini (TT), yani Özel Yetkili Mahkemelerin, kısa adıyla ÖYM'lerin geleceğiyle ilgili tartışmayı son beş yıllık gelişmeler ışığında değerlendirmek gerekiyor.
Türk yargısının demokrasi, basın özgürlüğü ve insan hakları konusundaki problemlerinin hukukçular da farkında. Hâkim ve savcılar, bu problemleri aşmak için Avrupalı meslektaşlarıyla birlikte bazı çalışmalar yürütüyorlar. Avrupa yargı sistemi, halen evrimleşmekte olan Türk yargı sistemine ilham veriyor. Türkiye'nin, 200 yıllık modernleşme tarihinin başından beri model olarak aldığı Avrupa'dan hukuk konusunda da esinlenmesi şaşırtıcı değil. Gerçi Avrupalıların ayı postuyla gezdiği dönemlerde Osmanlı'da modern hâkimlerin atası olan kadılar, iyi-kötü adalet dağıtıyorlardı.
Ayı postuyla gezme-kadı eliyle adalet dağıtma kıyaslaması bana değil, bir Avrupalı hukukçuya ait. Hollanda Yargı Konseyi Başkanı Frederik Van den Emster, ülkesinin yargı sisteminin üstün yönlerini Türk savcı ve hâkimlere anlattığı brifingden sonra SABAH Özel İstihbarat Müdürü Abrurrahman Şimşek'e, "Biz Hollandalılar ayı postuyla gezerken sizde kadı sistemi vardı. Biz sistemi bu kadar kolay uyguluyorsak siz sisteme çok daha kolay entegre olursunuz," demişti.
Ama ÖYM'lerin yetkileri azaltılmadığı müddetçe Avrupa sistemine entegre olmak pek mümkün görünmüyor. Mazisinde İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetim Mahkemeleri ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) gibi insan hakları konusunda karnesi çok zayıf mahkemeleri barındıran Türkiye, şimdilerde Ceza Muhakemesi Kanunu'nun (CMK) 250. maddesi kapsamındaki mahkemelerin 'özel yetki'lerini tartışıyor. Ulusalcılardan Kürtlere, Fenerbahçelilerden bazı İslamcılara toplumun hatırı sayılır bir kesiminde bu mahkemelerden duyulan rahatsızlık yüksek sesle dile getiriliyor.

BİR METAMORFOZ: ÖYM'LERDEN ÖSYM'LERE…
Fethullah Gülen Hareketi'ne yakınlığıyla bilinen yayın organlarında çalışan kimi yazarlar, ÖYM'lerin yetkilerinin tırpanlanmamasını istiyorlar. Gerekçe, onlara göre bu mahkemelerin darbelerle mücadele, dolayısıyla demokrasi için şart olması. Bu gerekçeyi öne sürenler ÖYM'lerin, DGM'lerin bir tür devamı olduğu gerçeğini görmezden geliyorlar. Bahse konu yazarlar, ÖYM'lerle ilgili olası düzenlemeye karşı çıkarken darbe riskinin halen devam ettiğinden dem vuruyorlar. Oysa Türkiye, geleceğini, yersiz olmayan bir korku üzerine bile -darbe korkusu- inşa etmemeli. Çünkü korkan, zamanla korkutmaya da başlıyor ve korku, toplumun mayası haline geliyor. Korku ile yönetilen bir ülkeden de
-Kemalist rejim döneminde görüldüğü üzere- iktidarı elinde bulunduran küçük bir azınlık dışında kimseye hayır gelmiyor.
Yeni düzenlemeyle birlikte ÖYM'lerin sadece terör ve casusluk suçlarına bakacak şekilde yetkilendirileceği öne sürülüyor. ÖYM yanlıları, terörle darbenin birbirinden ayrılamaz olduğunu 'sav'lıyor ve düzenlemenin en çok bu yönüne itiraz ediyorlar. Çünkü onlara göre terörün tek işlevi, darbelere zemin hazırlamak. Terörün yegâne amacının askeri darbeye zemin hazırlamak olduğu söylenemez. Mesela Anadolu topraklarında ortaya çıkmış en belalı terör örgütü olan PKK'nın amacının bu olmadığı malum. 12 Eylül öncesinde terörün tırmanması, askerin yönetime el koymasına gerekçe teşkil etti ama askerler, darbe yapmak için bir süredir 'terör altyapısı'na ihtiyaç duymuyorlar. 28 Şubat post-modern darbesi silahlı terörü kullanarak değil, medya yoluyla psikolojik harekât yürüterek, yani bir tür 'entelektüel terör' üreterek yapıldı. Bu terörün bir numaralı hedefi de dindarlardı. Ergenekon, Balyoz, İnternet Andıcı ve KCK soruşturmaları sürecinde de yargı ve emniyet içindeki bir grup, benzer yöntemleri kullanarak bazı ulusalcılara ve Kürtlere karşı kampanya yürüttü, yürütüyor. ÖYM'lerin yetkilerine getirilecek bir sınırlama, basın yoluyla başlayıp yargı yoluyla devam eden bu tür operasyonların adli ayağını engelleyebilir.
ÖYM'lerle ilgili yeni formül arayışının, elbette Hakan Fidan'ın ifadeye çağrılmasıyla iyiden iyiye kendini gösteren erk savaşları ile doğrudan ilgisi var. Yasama ve yürütme, siyasi bir konuda kendisinin şakağına da namluyu dayayan yargı erkinin elindeki silahı tamamen almasa da daha zararsız hale getirmeye çalışıyor. Yani tabancayı, elektroşok cihazı ile değiştirmek istiyor. Çünkü gelinen noktada Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM) ve Özel Yetkili Savcılıkların 'Özel Savaş' Yetkili Mahkemeleri'ne (ÖSYM) dönüştüğü söylenebilir. Bu metamorfozun, asıl haliyle tehlike arz etmeyen Bruce Banner'ın yeşil dev Hulk'a dönüşmesini andırdığı da…
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK), 2 bin 335 hâkim ve savcının görev yerini değiştiren kararnamesini de aynı tartışmalar ışığında değerlendirmek gerekiyor. Kararname kapsamında şike soruşturmasını yürüten Mehmet Berk Küçükçekmece, Ergenekon soruşturmasını yürüten Cihan Kansız ve Balyoz soruşturmasını yürüten Savaş Kırbaş da İstanbul Başsavcı Vekili oldu. Kritik soruşturmaları yürüten bu savcılar, terfi alsalar da pasif sayılabilecek görevlere atandılar. Bu açıdan atamaları, Zekeriya Öz'ün tayininde olduğu gibi bir 'yukarıya indirme operasyonu' olarak yorumlamak mümkün.

KADIN KİMİ İSTERSE…
Fransız İhtilali sürecinde Place de la Concorde'da giyotinle idam edilen kişilerin yargılamasını yapan devrim mahkemeleri, döneminin koşullarında Özel Yetkili Mahkemeler benzeri bir fonksiyon üstlenmişlerdi. Devrimin öncülerinden Maximilien Robespierre'in, aynı mahkemelerin kararıyla 28 Temmuz 1794'te idam edildiğini unutmamalı. Fransız İhtilali sürecindeki hukuk uygulamalarından alınan ilhamla kurulan Türk İstiklal Mahkemeleri de özel koşulların ürünüydü. Gazeteci Uğur Mumcu, "İstiklal Mahkemeleri 'mahkeme' sayılmazlar. Bunlar, savaş ve ihtilal dönemlerinde rastlanan anti-demokratik infaz kurullarıdır," diye yazmıştı. ÖYM'lerin de giderek infaz kuruluna dönüşmesi riski doğdu. MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın ifadeye çağrılmasıyla da bu risk doruğa çıktı. Fidan, Robespierre'in akıbetinin farklı bir versiyonuna maruz kalmaktan 'MİT yasası' sayesinde kurtuldu.
MİT krizinin patlak verdiği hafta kaleme aldığım 'Devlet 'paralel devlet'e karşı' başlıklı yazımda beklenen son savaşın, Armageddon'un başladığı yorumunu yapmıştım. Bana göre Ergenekon soruşturması sayesinde yeni bir güç merkezinin oluşmasıyla ilk hazırlıkları başlayan ve bir süredir de derinden derine devam eden bu savaş, şike davası, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un tutuklanması ve nihayet MİT kriziyle yeraltından yer üstüne çıktı.
Bu tür erk savaşlarının Türk devlet geleneğinde sayısız örneği var. Bu savaşlardan biri sırasında söylenen bir söz, günümüzdeki iktidar mücadelesinin sebebini bir cümleyle pek güzel anlatıyor: "Devlet o kadar iffetli bir gelindir ki, iki kişinin birden karısı olamaz."
Bu söze, Ahmet Ümit'in son romanı Sultanı Öldürmek'te rastladım. Fatih Sultan Mehmet'in ölümünün ardından II. Bayezid ile Cem Sultan arasındaki otorite mücadelesi kızışınca halaları, iki kardeşe "İmparatorluk topraklarını bölüşün," önerisinde bulunuyor. Bunun üzerine de II. Bayezid, devlete tıpkı Kemal Tahir'in Devlet Ana romanındaki gibi dişil bir nitelik atfederek "Devlet o kadar iffetli bir gelindir ki…" ile başlayan siyasal aforizmayı üretiyor.
Kuşkusuz karar ânında kadının, yani devletin seçimi, belirleyici faktör olacaktır. Bir başka deyişle savaşın sonucunu, sistemin, güçler arası mücadelede kimi tercih edeceği belirleyecektir. Bu soru -devletin, bütün engellere rağmen Erdoğan'la çalışmaya mecbur kaldığı göz önüne alınırsa- cevabını da kendiliğinden bünyesinde barındırıyor.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA