Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Herkes zoraki artist...

Nişantaşı'na çok giderim. Neredeyse hayatım orada geçiyor. Her defasında hem çok eğlenirim, hem de çok kızarım. Beni kızdıranlar karşılaştığım insanlardır.
Onlara dikkatle ve şaşırarak bakarım. Bazıları köpeklerini dolaştırır. Bazıları Fransızların deyişiyle vitrinleri yalamaktadır. Bazıları kafelerdedir.
Hepsinde başka bir kentin sokaklarında dolaştığını sanan insanların ifadesini görürüm. Bu kent büyük ölçüde New York'tur.
Bu durum sadece bize has özelliklerden mi kaynaklanıyor diye kendime sorarım. 20. Yüzyıl başı fotoğraflarına bakınca o devrin Nişantaşı olan Pera'da, yani bugünkü İstiklal Caddesi'ndeki dükkanların tamamı Fransızca isimler taşımaktadır; nasıl bugün her şey İngilizce isimler taşıyorsa. Halit Ziya'nın Aşk-ı Memnu romanında anlattığı 'Melih Bey takımı' o mağazalardan giyinip kuşanırdı.
Muhtemelen kendilerini Paris'te sanarlardı.
Bugün nasıl Nişantaşı insanları İngilizce kelimeler araya sıkıştırarak garip bir Türkçeyle konuşuyorsa Pera insanları da Fransızca konuşurlardı. Arada bir fark var: o devrin İstanbul'u çokkültürlü bir kentti. Fransızca birleştirici bir araçtı.
Bugün azınlık dediğimiz insanlar çoğunluktaydı.
Fransızca konuşmak bu bakımdan anlaşılır bir şeydi. Şimdi ise çoğunluk dediğimiz insanlar esasen azınlıkta.
İngilizce neredeyse o azınlığın kendisini ötekilerden ayırdığı bir araçtır.
O genç kızların, genç erkeklerin, New Yorklulaşmaya geç yaşında bulaşmış insanların davranışları da 'bir hoştur'.
Bir kibir, bir vurdumduymazlık, bir küçümseme hakimdir hallerine. Neredeyse alçak dağları bile değil de sıra dağları kendileri yaratmış gibidirler. Eh, canları sağ olsun.
Böyle olmasına böyledir de, geçenlerde karşılaştığım iki genç kadının köpekleri, mini şortları, alışveriş çantalarıyla ve epeyce abartılı davranışlarla muhallebicideki garson kardeşimize anlatmaya çalıştıklarını görünce biraz daha düşündüm bu işin üstünde. Genç kadınlar garsonun bir yaptığını beğenmemiş, ha bire 'New York'ta bu iş şöyledir, böyledir' diye söylenip duruyorlardı. Çalışan da garip garip bakıyordu. Derken yanlarına bir genç bey geldi. O da kırmızı pantolonuyla tartışmaya girdi, aynı sözleri tekrarladı ve İstanbul'un New York olması için daha fırınlarca ekmek yemesi gerektiğini belirtti. Sonra hepsi hışımla kalktı.
Bu durum başka bir mana taşıyordu; epey karışık bir mana.
Aklıma Tom Wolfe'un 40 yıl önce yazdığı ve daha ilk New Yorker dergisinde yayınlandığında kıyamet koparmış 'Me Generation' (Ben Nesli) başlıklı makalesi geldi. Yaz kış, gece gündüz beyaz takım elbiseler giyen ve bir 19. Yüzyıl 'dandy'si olarak New York sokaklarını arşınlayan 'Yeni Gazetecilik' (New Journalism) akımının mucidi bu çalak zekalı, Amerikalı gazeteci ve yazar, o yazıda Amerika'yı saran narsisizm salgınından söz ediyordu. Artık bu kültürün özünü oluşturan 'özgecilik' (altruism), çilecilik (ascetism), puritanizm (bir tür sofuluk diyelim) bitmiş, bir gösteriş, kendini satma, hepsinden önemlisi kendine hayran olma dönemi başlamıştı. Wolfe bunun hayra alamet olmadığını belirtiyordu.
Aradan kırk yıl geçti, bu defa Time dergisi daha geçenlerde 'ben...ben...ben...' diye bir kapak yaptı. Salgın belki geri dönmüş, belki büsbütün canlanmıştı.
Amerika (onlar dünyayla pek ilgilenmezler) yeniden bütün katmanlarıyla narsisizm hastalığının pençesindeydi.
Marka tutkuları, 'selfie' çektirme hastalığı, Facebook teşhirciliği hep aynı kapıya çıkıyordu. İnsanlar kendilerine aşıktı.
Kendilerini sadece dev aynasında değil, bir hayal, masal aynasında görüyordu.
Acaba Teşvikiye'de yaşayanların New York'ta yaşadıklarını sanması bu dertten midir diye düşündüm ve el-hak öyledir dedim. İşte, hayal aynası ortalık yerde dolaşıyordu. Üstelik, bu ayna Stendhal'in gerçekçiliği ve gerçekçi romanı tarif ederken bahsettiği 'şehirde dolaşan ayna' değildi. Masaldaki, 'ayna ayna söyle bana/benden güzeli var mı dünyada' diye sorulan aynaydı.
Gene de tam manasıyla tatmin olmadım bu açıklamamdan. Televizyonlardaki tartışma programlarını hatırladım.
O programlarda insanlar söyleyecekleri lafı serinkanlı bir şekilde söylemekten vazgeçeli çok oldu. Bir sözü sakin sakin dile getirmek bana göre daha etkileyicidir.
Ama o programlara katılan ve kendisini gayet sakin bildiğim dostlarım da kamera üstülerine çevrilince tam manasıyla zıvanadan çıkıyor, elini kolunu sanki kırk yıldır bağlıymış da şimdi o zincirden boşanmış gibi sallamaya, en üst perdeden avazı çıktığı kadar bağırmaya ve ağzına geleni, en amiyane kelimelerle söylemeye başlıyordu.
Bu yaşananların başka bir şeyle ilişkili olduğu sonucuna vardım. Şu bahsettiğim sükunet içinde derdini anlatmak galiba sözel dönem kültürünün bir uzantısıydı. Söz görüntüden önemliydi. Oysa şimdi görsel dönemde yaşıyorduk.
Artık sözün büyüsü kaybolmuştu. Şimdi görüntünün, imgelerin çağındaydık. Ne söylediğin değil, nasıl göründüğün, o sözü nasıl söylediğin önemliydi. Yani görsellik, herkesi aktör olmaya, bir rol yapmaya, adeta 'oynamaya' zorluyordu.
İnsanlar 'zoraki artist' olmuştu.
O zaman anladım: sokaktaki insanlar da o oyunculuğun içinde yaşıyorlardı.
Kendilerine roller biçip o rolü oynuyorlardı.
Görsel çağ, o masal aynasının çağı, herkesi dönüştürmüştü. Herkes olmadığı bir insanın kılığına girmiş, olmak istediği, özendiği insanı oynuyordu.
Dünyada iyi oyuncular var, kötüleri var. İyi oyunculuk biraz da iyi yönetmenlikle ilgili. Kendiniz çalıp kendiniz oynayınca ve sadece 'masal aynasının' size söyledikleriyle yetinince böylesi görüntüler çıkıyor ortaya.
Ama hepsi 15 dakikalık şöhret için...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA