Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Hepimiz artistiz, her yer sahne...

Rol yapan bir topluma dönüştük. Bir 'performans' toplumuyuz. Hepimiz 'performatör' insanlar olduk. Sürekli olarak rol içindeyiz. Alçakgönüllü, meselesini anlatan insan halinden uzaklaşıp, filmlerden, başkalarının hayatından, kültüründen gördüğümüz hal, tavır, tutum içinde davranıyoruz. Derdimiz günümüz 'oynamak'

Hep yazmışımdır pek öyle televizyona meraklı birisi olmadığımı. Ama kaçınılmaz bir şekilde haberleri izlerim.
Şimdi birçok kanalda haber var. Üstelik gece gündüz, saat başı, çeyreklerde, saat ortasında haberler akıyor ekranda. Sevinmemek mümkün değil. Eskiden haber almak için TRT'nin saat 13, 19, 23 'ajansını' beklerdik.
Neticede devlet televizyonuydu, devlet ne isterse onu yansıtırdı.
Bu nedenle TRT'nin özerkliği, 1960 sonrasında çok önemli, çok ciddi bir anayasal sorundu.
Oysa şimdi neredeyse haberden boğuluyoruz. (Ama bu işin görüntü yanı. Gerçek anlamda haber bolluğu, çeşitliliği isteyenler ne yapıp edip yabancı kanalları izleyecek. ) Üniversitedeki odamda çalışırken de televizyonum daima açıktır. Ya sürekli müzik dinlerim (elbette caz) ya da haberlere 'bakarım'. Yani haberlerin göz ucuyla da olsa takipçisi olduğumu açık açık söyleyeyim.
Haberlere 'bakarım' demek televizyonun görselliğiyle ilgili.
Haber 'dinlemiyoruz' artık, haber 'izliyoruz'. O zaman da her şey bu 'izleme' çerçevesinde, ona göre tanzim ediliyor. Önce sunucular. Doğrusu ne diyeceğimi şaşırıyorum. Ben naçizane baştan beri İngiliz-Amerikan ekolüne alışmışımdır. Bununla birlikte Fransız kanallarını da gece gündüz izlerim. Hiçbirinde o türden makyajlı, saçı başı o şekilde yapılmış, kendisini o şekilde ortaya koyan bir sunuculuk görmedim. Sadece fiziksel görüntü değil. Eller, kollar, yüz mimikleri de çok kendisine özgü. Bir de 'ekol' sorunu var.
Bakıyorum, gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Bazı kadın spikerleri diğerlerinden ayırmak neredeyse olanaksız. Bambaşka insanlar ama jestleriyle, mimikleriyle, diksiyonlarıyla, benzetmeye çalıştıkları ses tonlarıyla tıpkı çok tanıdığımız, daha kıdemli bir başkası. Sonra onların kopyaları çıkıyor ortaya ve bu böyle gidiyor. Erkeklerin de pek onlardan aşağı kalır yanları yok.

***
Lafı asıl getirmek istediğim yer tam da orası: bu yolcusu oldukları yol. Ve o yol tek değil.
Kanımca post modern dönemin iki temel kavramı birer yol oluşturuyor. Bunlar, parodi ve performans kavramları. O zaman gelin bunları tiyatroculuk kavramında düğümleyelim.
Öyle: post modern dönem bir tiyatro dönemi. Her şey bir sahne olarak tasarlanıyor.
İnsanlar, kavramlar, yapılar bu sahnede kendilerini alabildiğine görselleştirerek var oluyorlar. Tiyatronun ana özelliği nedir, kostüm, dekor ve rol. Başka hiçbir şey değildir tiyatro. İşte parodi ve performans kavramlarının gelip kesiştikleri yer de burasıdır: rol yapmak! İşin özü, rol yapan bir topluma dönüştük. Bir 'performans' toplumuyuz. Hepimiz 'performatör' insanlar olduk. Sürekli olarak rol içindeyiz. Sürekli olarak alçakgönüllü, meselesini anlatan insan halinden uzaklaşıp, filmlerden, başkalarının hayatından, kültüründen gördüğümüz hal, tavır, tutum içinde davranıyoruz. Kimsenin kendisi olmak, varlığını serinkanlı bir biçimde, sükunetle, ciddiyetle ortaya koymak gibi bir derdi yok. Derdimiz günümüz 'oynamak'.
Bu arada oynamanın, rol yapmanın gerçek benliğimizden uzaklaşmak olduğunu, maske takmak olduğunu anımsamıyoruz bile.
***
Post modern dönem zorunlu kılıyor bunu. Modern dönemlerin her şeyi akılla açıklayan, her şeyi kesinlemelere dayayan dönemi sona erdi. Karmaşa, toplamacılık (ecclectisism), süslemecilik (ornamentation) yeni dönemin temel özellikleri. Sadece insan davranışları bakımından değil, örneğin mimarlık, örneğin şehircilik bakımından da bu aynen böyle. Bakın yeni mimariye, yıllar yılıdır süslemeciliğe, gösterişe, heybete dayalı bir mimarlık sarıp sarmalıyor etrafımızı. Bu, 'gerçekle' (realite) kurduğumuz 'sorunlu', hatta çok sorunlu ilişkinin nedeni ve sonucu. Sonucu çünkü, öncüller bu şekilde konunca ortaya sonuç olarak gerçek değil, gerçeği ikame eden 'gerçeğimsi' bizde sadece gerçeklik duygusu 'uyandıran' anıştırmalar geçerlilik kazanıyor.
Sinema böyle değil mi?
Düpedüz 'kaçış' filmleri (escapisim) diyebileceğimiz masal dünyaları kuruluyor artık sinemalarda. Avatar, Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter dizileri, hatta daha farklı olmasına rağmen Star Wars yarattıkları büyük, geniş, yaygın dünyayla sadece sinemada değil, sinema dışında da, hayatta da etkili olmayı sürdürüyorlar. İnsanlar kendi yaşamlarına o yapay dünyaların hayalleri içinden bakıyor.
Yani gerçekle şizofrenik bir ilişkimiz var artık. Gerçeği sevmiyoruz, onu ötelemeye, dışlamaya, hayatımızdan uzaklaştırmaya çalışıyoruz.
***
Böyle olduğu içindir ki, sadece rol yapmakla ve başkalarının hayatına özenmekle kalmıyoruz. Kendimizi başka birisine benzetmek için olağandışı tutumlar içine giriyoruz. Örneğin aklımız fikrimiz 'self-help' (kendine yardım) kitaplarında.
Sürekli olarak nasıl dönüşebilirim diye uğraşıp yükleniyoruz kendimize. Derken sağlık meselesine aklımızı takıyoruz.
Sabah akşam spor yapıyoruz. Bir yandan yeni lokantalar keşfeder, yeni şaraplar, içkiler tadar, olmadık şeyler yemek isterken diğer yandan hayatımızı diyetin cenderesinde boğuyoruz. Kendimizle uğraşmamızın sonucunda ürettiğimiz bu narsisistik/şizofrenik kişiliğin depresyonunda bunalırken alışveriş saplantısından dışarı çıkamıyoruz. Mağazalar, vitrinler bizim için. Ve bunların hepsi bizim için bir rol!
***
Gelelim bir başka alana, siyasete. Bugünkü siyasetin bir tarihsel kesit olarak elbette büyük önemi var. Ama siyasetin 'işleniş' biçimine bakınca, sadece bizde değil, tüm dünyada, bir 'imaj' meselesi olduğunu görmemek mümkün mü? Söylenenden çok bir şeyin nasıl söylendiği daha önemli. Söyleyenden çok söyleyen kişinin 'görselliği' daha önde. Herkes bir 'image maker' ile çalışıyor. Giyim kuşamından, el hareketlerine kadar herkes kendisini 'baştan yaratıyor'. Herkes 'algı'dan bahsediyor. Herkes 'dokunmak'tan dem vuruyor.
Bu siyasetin doğrudan doğruya 'gerçekle' ilgili olduğunu düşünmek çok çetin bir iş.
Bakın televizyonlara. Başına büyük felaketler gelmiş insanlar bile bir süre sonra özel davranış kalıpları geliştiriyor. Kameraların karşısında olduklarını bir an unutmuyor. O facia bile bir süre sonra içinde yer alanların gerçekleştirdiği bir 'performansa' dönüşüyor. Daha ne söylenebilir?...
Kısacası kendimiz olmaktan çıkıp rol yapmak bugünkü büyük gerçeğimiz. Yakın ve çıplak olarak gerçeğimiz bu. Shakespeare 'bütün dünya bir sahne' diyordu. Evet, dediği doğru çıktı, bir an bile inmiyoruz o sahneden ve hepimiz birer oyuncuyuz artık, kendi küçük sahnelerimizin oyuncuları. Başkaları beni seyretsin diye yalvaran oyuncular...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA