Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

'Sana sevdanın yolları, bana kurşunlar'

Bir halkın türkülerini yakan, şiirlerini söyleyenler kadar ölümsüz kimse yoktur. O sözlerin, o müziğin kime ait olduğunu bile bilmeyebilir halk. Asıl büyüklük anonimleşmektir. Muhakkak ki, Kayahan da öyle olacak

Etkilenmemek mümkün mü? Bir halkın diline, zihnine sesler, melodiler, hatta sözler işlemiş sanatçı, hasta haliyle sahnede, son olduğunu bile bile, mikrofonunu sallıyor, "Hakkınızı helal edin" diyor. Halk çalkalanıyor. Koskoca Beşiktaş Meydanı hınca hınç dolu. Geriye bakmadan kendi meçhulüne doğru yürüyor Kayahan. Evet, son! İnsan gözleri yaşararak izliyor bu sahneyi.
Daha önce de çok yazdım, çok söyledim. Bir halkın türkülerini yakanlar, şiirlerini söyleyenler kadar ölümsüz hiç kimse yoktur. Ve işin bazen şaşırtıcı, bazen daha güzel, bazen de kahredici yanı o sözlerin, o müziğin kime ait olduğunu bile bilmeyebilmesidir halkın, dilinde mırıldanırken. Asıl büyüklük, asıl ölümsüzlük budur: anonimleşmektir. Muhakkak ki, Kayahan da öyle olacak. Bir süre sonra o melodinin ona ait olduğunu bilmeden insanlar hayatlarının şu veya bu anında söyleyecekler. Ortak hafızaya böyle katkıda bulunmak kadar görkemli bir başarı düşünemiyorum.
Hafızamı yokladığım zaman Kayahan'la ilgili çok gerilere giden anılarım yok. 1980'li yılların Ankara'sı. İçinde şömine olan, odunların yakıldığı, girdiğinizde is, duman ve yanmış odun kokusunun karşıladığı küçük bir yer açılmıştı. Bir akşam, artık nasıl olmuşsa, Kayahan oraya gelmiş. Gitarıyla şarkı söyledi. Fakat şarkı söylemekten çok konuşuyordu. Konuşsa gene iyi de, insanlara devamlı olarak dersler veriyor, adeta azarlıyordu. Pek de bir şey anlamamıştım.
Kayahan, ilginçtir, sonradan çıktı ortaya. Esasen Nilüfer'di Kayahan 'kültünü' yaratan. Onun sesinden o şarkılar dinlendi ve sevildi. Ardından yazanlar içinde onu pop kültür içindeki yerine bihakkın oturtan Naim Dilmener'in de belirttiği gibi Kayahan kendi şarkısını söyleyerek 'patlayamadı'. O şarkıları söyleyecek bir ses aradı, onu da Nilüfer'de buldu.
Naim Dilmener'in yazısı gerçekten güzel saptamalarda bulunuyor. 1970'lerde 'başaramamış' bir adam, gitarı sırtında İstanbul'a geliyor. Bunda çok fazla bir şey yok. Onun gibi niceleri bunu yaptı. Asıl mesele 1980'ler.

ÖZGÜNLÜĞÜN PEŞİNDE
1980'ler yüksek kültürün ayak altına alındığı, popüler kültürün, kitle kültürünün arabesk bir tonla, bir fonla, ne derseniz deyin, birbirine karıştığı bir dönemdi. Böylesi bir dönemde müziğin, hatta pop müziğin, hatta 'aranjman'ın dönüşmemesi söz konusu olabilir miydi? Düşünün, 1960'ların Türk filmlerinde arkada caz çalar. Sonra yavaş yavaş özgün müziğe geçilir. 1980'lerin çoğullarınca 'entel sineması' dediği örnekler dışında müzik artık arabeskleşmiştir. Bu kaçınılmazdır.
Kayahan'ın müziği bana göre gelip buraya dayandı. Her şeyi kaplayan bu dalga onun müziğini de, genel olarak Türk pop müziğini de etkiledi. Zaten 'aranjman' hanidir terk edilmişti. Müzik yerli bir tınının peşinde ve özgün olma telaşındaydı. Bu, önemli, yerinde, hatta çok zaruri bir yaklaşımdı. Böylece yapılan ve özgün olduğu söylenen müziğin bir bölümü hemen gidip Türk müziğinin tınısına bağlandı. Firuze'yi biraz farklı okuyarak bir Türk müziği parçasından ayrı düşünmek mümkün değildi. Zaten bir süre sonra da Muazzez Abacı okudu. Zaten bu şarkıyı başlı başına meşhur eden Sezen Aksu, çeşitli dalgalanmalar içinde, işin bu yanını hiç ihmal etmedi. Ada Vapuru Yandan Çarklı'da sözlerin de verdiği olanakla (o sözleri boşuna seçmedi ya...) işi getirip tam bam teline bağlar.
Sezen Aksu gene de bir denge gözetti. Batılı tınılarla bir sentez aradı. Ama nasıl o yıllarda Selami Şahin, daha önceki çizgisini bırakmış, bizim Türk müziğinde neo-klasikler denilen Selahattin Pınar, Saadettin Kaynak, Yesari Asım gibi bestecilerden sonra tutturduğu kendisine özgü ve başarılı çizgiyi bırakıp, dilim varmıyor ama daha arabesk bir melodi dizisine açılmışsa mesela Kayahan da o çizgiye yerleşti.
Buna hemen arabesk demek mümkün müdür, emin değilim. O dikkati, hassasiyeti korumak istiyorum. Bu müzik elbette Orhan Gencebay'ın kendisine özgü iddialarla getirdiği müzikten tabii ki farklıydı. (Gencebay'ın müziği belki daha bile ilginçti.) Hakkı Bulut'un müziğinden, o yıllarda parlamış Ümit Besen'den, Ferdi Özbeğen'den fersah fersah ötedeydi. Fakat sözleri, müziği, okuyuş tarzıyla başka bir anlayışla bütünleşiyordu. Daha duygusal, özellikle duygusal, ağdalı, gözyaşı kokan şarkılardı bunlar. En azından sözleri, vurguları, tavrı, tarzı, tutumuyla bu çizgideydi. İnanmayan dönüp o sözlere baksın.

AŞIRI DUYGULULUK DÖNEMİ

Sadece o mu? Koskoca Attila İlhan'ın son dönem şiirlerini açın okuyun. 'Ah kızlar/ulan kızlar/ulan kızlar' diye şiirler yazdı. Bir de şiirin kalan kısmını okuyun bakın.
Kısacası, bu aşırı duygululuk, sokaktaki sahipsiz adamı yakalayan sözler şimdiki moda ve beni çok güldüren bir sözle ifade edersem bir 'hayat tarzı' idi o zamanlar. Kayahan da onu yoğuran isimlerden biri...
Şimdi her şeyi bir tarafa bırakın, sakin bir yere çekilin ve 'sana sevdanın yolları/bana kurşunlar'ı sözüyle müziğiyle aklınızdan geçirin...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA