Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Efsanevi kaçışın filmi

Neruda hiç beklemediğim ölçüde güzel bir film. Şairin Şili’den kaçış hikayesini bizim kuşak iyi bilir. Bir buçuk yıl gizlenmiş, sonra at sırtında Şili’den Arjantin’e geçip Paris’e ulaşmıştı. Şili hükümeti elimizde derken orada bir konferansa katılmıştı. Picasso ayarlamıştı her şeyi

10 Mart 2017
Neruda'yı gördüm sonunda. Çok güzel bir film. Hiç beklemediğim ölçüde güzel.
Yaşam anlatan filmlerin daima bir tıkızlığı vardır. Düz bir şekilde bir olayı, bir dönemi anlatır. Neredeyse hepsi tekdüzedir. Etkileyicidirler ama bu duygu anlatılan kişinin yaşamından kaynaklanır.
Neruda hiç öyle değil. Yaşamının tek bir kesiti, yaşadığı kenti terk edişi, o meşhur öykü anlatılıyor. Saklanışı, at sırtında, kar altında ülkesinden kaçışı. Çevresinde daralan çember... Nazım Hikmet'i ve o kuşağı düşündüm izlerken. Bir yandan da...
Bu olayı bile sadece bu dokusuyla ele almamış yönetmen. Bambaşka bir optikten vermiş.
İşte filmi ilginç kılan o: Bu tür filmlerde görülen, esasen bilinç dışımızda yaşayan 'polis' bu defa da karşımıza çıkıyor. O bitmeyen tükenmeyen, hep izleyen polis: Hugo'nun Sefiller'indeki Javert, Suç ve Ceza'daki Porfiry ve daha niceleri. Bu filmde de dedektif Peluchonneau.
O kaçış macerasını bizim kuşak çok iyi bilir. Bir buçuk yıl gizlenmiş, sonra at sırtında Şili'den Arjantin'e geçip Paris'e ulaşmıştı şair. Şili hükümeti elimizde derken orada bir büyük konferansa katılmıştı. Picasso ayarlamıştı her şeyi. Hepsi ülkelerindeki komünist partilerin üyeleriydi.
Neruda gençlik yıllarımızın efsanelerindendi. Okumadığım şiiri vardır elbette ama okuduklarım da az buz değildir. Hele Ataol Behramoğlu'nun Paris'te 'diplomat' Neruda'yla karşılaşmasını, onun, 'Bırakın bunları Nazım'dan bahsedin' demesini, bunu anlattığı şiirini unutmadık. Ama böyle bir dedektif var mıydı, bilmiyoruz. Varsa da böyle değildi elbette.
Önemli değil, yönetmen de abarttığını söylüyor zaten. Bir kurmaca o. Esasen film Neruda'nın olmaktan çıkmış, kendisiyle hesaplaşan, bir polis şefinin insani öyküsüne dönüşmüş. Büyük çarpıcılığı orada. Dostoyevskiyen bir karakter var karşımızda. O kadar çarpıcı. Suçun, suçlunun ve yargının çok aykırı bir tanımına dayanıyor bu karakter.
Film şairle dedektifin av-avcı, ölen-öldürülen, yaratanyaratılan öyküsü şeklinde gelişiyor. Birbirlerini kısmen var ediyorlar ama elbette polis yok olacak. Çok vurucu bir film.
Neruda 'şampanya komünisti' de sayıldı. Stalin ve Stalinizmle ilişkisi çok sorgulandı. Bu film de onu bütün 'hedonizmiyle', çırılçıplak gösteriyor. Gene de kadınlarla, evlilikleriyle, aşklarıyla ilişkisi pek vurgulanmamış.
Filmden önce Şerif'le, Mis'le, Yalvaç Ural'la karşılaştık. Film bitince ayak üstü biraz da gördüklerimize şaşırmış olarak konuştuk. Beklemediğimiz bir film izlemiştik.
Çok yorgundum. Çıkınca eve kadar yürüdük. Yağmur başladı. Biraz ıslandık. Biraz üşüdük. Sonra Neruda okumak istedim. Bütün şiirlerinin bulunduğu kitabı bulamam. Şiir kitaplarım artık sandıklarda. Taşınma hazırlığında.
Bir tek Kara Ada Defterleri'ni buldum. O da başka kitapların arasında. (Nedir bu tesadüfler yahu, akıl alır gibi değil.) Ama son Amerika yolculuğumda onun Aşk Şiirleri'ni almıştım, İspanyolca ve İngilizce, iki dilli baskısı. Bu şiirleri, herkesin aklındaki Postacı filminin geçtiği Kapri adasında sevgilisi Matilde Urrutia ile beraberken yazmış. Onları okudum, yeniden.
Ada, deniz, bahar ve aşk... Ben de geceyi böyle tamamladım!..

16 Mart 2017
Yaşamayı Nasıl Özledim Bilsen

Can Yayınları'ndan nefis bir kitap: Erdal Öz'ün şair Türkan İldeniz'e yazdığı mektuplar, Yaşamayı Nasıl Özledim Bilsen! Sosyal medyada duydum ilk yayınlanacağını. Hemen oğlu Can Öz'e yazdım. Oğulların babalarının aşklarıyla bu derecede yakından ilgilenmeleri, eski mektuplarını bulmaları, bilmedikleri aşklarını, gizlerini keşfetmeleri kolay değildir. Pek yüzleşemezler. Derin, uzak, anlamını bilmedikleri bir kırgınlık duyarlar. Belki kendilerini başkalarıyla paylaşılmış hissederler. Manasız elbette ama insanlık biraz da bu anlamsız duyguların birikmesiyle oluşuyor. Kutladım onu. O da kitabı seveceğimi söyledi.
Bugün geldi. Onca işin arasında, akşam üstü kestirmesinden/ şekerlemesinden önce okudum.
Gerçekten çok güzel, çok etkileyici, çok içten, neredeyse yer yer iç burkan diyeceğim bir kitap.
Aşk mektuplarını okumak beni sıkar. Mesela Kemal Tahir'in Fatma İrfan'a mektuplarını bu maksatla ve bu anlamıyla değil başka nedenlerle okumuştum. O kuşak da zaten öyle aşkını ifade eden bir kuşak değildi.
Erdal Öz, her zaman romantik, sevecen, içten bu öykücü, romancı, İldeniz'e biraz da karşılıksız bir aşk beslemiş. Ondan hiç/pek mektup almamış. Daha çok kendisi yazmış. Bu mektupları biraz da kendisine yazmış. Bunu söylüyor da.
22 yaşında bir genç. Öyküler yazıyor, roman tasarlıyor ama bir yandan da kendisi ve edebiyat üstünde düşünüyor. Sevgilisi şair İldeniz'in şiirlerini yorumluyor. Nihayet askere gidiyor, İstanbul'a verileceği umudu boşa çıkıyor, sevmediği Ankara'da kalıyor. (Sonra çok uzun yıllar kalacak. Sergi kitapevini açacak. Yazmıştım oralarla ve Erdal'la ilgili anılarımı-kısmen.) Son mektup ise Ardahan'dan. Bir tür günlük bu mektuplar.
O yılların Ankara'sını anlatıyor, edebiyat dünyasından izlenimler aktarıyor. Yolda karşısına ansızın çıkan Attila İlhan var. İlhan, İkinci Yeni şiiri 'yıkmaya' hazırlanışını anlatıyor. Hayati derecede önemli bir anekdot bu örneğin.
Çok güzel bir Türkçeyle, çok içten, açık, berrakça yazılmış mektuplar bunlar. Yalnız, hırslı, heyecanlı ve dürüst bir gencin (kendimi yetiştirmem gerek diyor) çok duyarlı, çevresini müthiş gözlemlerle anlatan mektupları.
Büyük bir zevkle okudum. Herkes okumalı. Edebiyat bilincinin, edebiyat duyarlılığının ne demek olduğunu anlamak, öğrenmek için. Aşk mektubunun nasıl mutlaka kırgınlık, buruklukla karışık bir sevinç içerdiğini görmek için. Ne iyi edip Can Yayınları bastı bu kitabı. Türkçenin en güzel mektupları arasında sayacağım bu 'genç' mektupları.
Ama değinmeden geçmeyeyim. Birincisi, kitabın, mektupların öyküsü yok. Mutlaka olmalıydı. Türkan İldeniz'in yaşamı kitabın başında yer almalıydı. Mektuplar notlanmalıydı. Değinilecek çok şey var, göndermelerle dolu bu kitapta. Bu tür kitapların ayrı bir seri olarak daha farklı, daha özenli, albenili basılması gerektiği kanısındayım. Öyle olmalıydı-ayrıca öyle bir baskısı hâlâ yapılabilir kitabın. (Bu arada mektupların başında küçük desenler var. Faruk Duman'ınmış. Çok hoşlar.) Arkadaki resimler daha iyi bir kağıda, daha berrak basılmalıydı.
Bunlar o kadar önemli değil. Bir dönemin edebiyatı, Ankara'sı ve bir edebiyatçı gencin duyarlılığı oluşturmuş bu kitabı. Müthiş!..

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA