Polanski olayı ve düşündürdükleri
ÜNLÜ yönetmen Roman Polanski, bir yıla yakın (tam olarak 10 ay) ‘göz hapsinde’ tutulduğu İsviçre’de mahkeme kararıyla serbest bırakıldı. Bunun tersi, kendisini 30 küsur yıl önceki bir tecavüz suçlamasıyla yargılanmak üzere talep eden ABD’ye iadesi ve de 78 yaşında hakim önüne çıkmasıyla sonuçlanacaktı. Her ülkedeki sıkı feministler hemen feryada başladı. Reşit olmayan bir kıza tecavüz gibi bir suçun cezasız kalması mümkün müydü? Ünlü bir yönetmen olmak, bir insana yasalar önünde ayrıcalık mı getirildi? O zavallı küçük kıza yapılanın hesabını kim soracaktı? İşin tuhafı, o zavallı küçük kız, artık 40 yaşını çoktan geride bırakmış, evli ve mutlu bir kadındı ve de Polanski için ceza filan istemiyor, tersine artık onun peşine düşülmemesini talep ediyordu. Ne tuhaf işler! Nereden başlamalı? Elbette sanatçı olmak insanı suçtan bağımsız kılmaz, adaleti engellemez, cezayı önleyemez. Ancak ceza dediğimiz şey, aslında suçun hem o insan, hem de başkaları tarafından tekrarını önlemek ve vicdanları rahatlatmak içindir.
Yıllar önce yayımlanan Roman adlı biyografik kitabı okuyanlar bilir: Polanski, hayatı büyük travmalarla geçmiş bir sanatçıdır. Polonya’daki çocukluk yıllarında Naziler ana-babasını toplama kampına yollamışlar ve anne orada ölmüştü. Sinema sayesinde ayakta kaldığını söyleyen Roman, genç yaşında Fransa’ya, oradan ABD’ye göç edip birbirinden güzel filmler yaptı. Los Angeles’da tanışıp çok sevdiği eşi Sharon Tate, 1969 yılında uğursuz Manson çetesi tarafından evlerinde, dostlarıyla birlikte katledilmiş ve Polanski’ye büyük şok yaşatmıştı. Sonra Fransız yıldızı Emmanuelle Seigner ile evlendi ve bu evlilik 20 yıl sürdü.
Tüm bunlarda, bir kadın avcısı veya seks manyağı izi var mı? O iflah olmaz bir tecavüzcü filan olmadı ki... O çılgın Hollywood yıllarında, Jack Nicholson’ın evindeki bir partinin kontrolden çıkması sonucu olmuş, neredeyse bir yol kazasıydı, o olay... Ve Polanski, şöhretin doruğundayken ABD’yi bırakıp kaçmak, tıpkı Charlie Chaplin gibi bir sürgün olmak ve o suçun yaftasını hayatı boyunca boynunda taşımak suretiyle, cezasını yeterince aldı.
En azından ben böyle düşünüyorum. Elbette sıkı feminizmle gerçek sinemaseverliğin çatıştığı bir nokta da var, olabilir. İlla da reşit olmayan bir kıza, bir çocuğa karşı işlenmiş bu suçun, hiçbir zaman aşımı gözetilmeden cezalalandırılmasını isteyenler olabilir. Yine de, eğer onlar aynı zamanda gerçek bir sinemaseverseler, belleklerini bir yoklasınlar. Rosemary’nin Bebeği’nden Çin Mahallesi’ne, Kiracı‘dan Tess’e, Acı Ay’dan Ölüm ve Genç Kız’a, Dokuzuncu Kapı’dan Piyanist’e, Oliver Twist’ten yakında göreceğimiz Hayalet Yazar’a bunca güzel film, hayatlarımızı zenginleştiren bunca başyapıt da onları yumuşatmıyorsa... Öncelikle sinemaseverlikten istifa etsinler. Gerisini sonra tartışırız.
Jennifer Lopez: Kırk katır mı, kırk satır mı?
Jennifer Lopez’i ne yapmalı? Kırk katır mı layık ona, kırk satır mı? Bu Latin kökenli, delişmen tavırlı, en çok poposuyla ünlü, müzikten oyunculuğa çok şeyi deneyip sonuç olarak orta karar olmaktan öteye gidememiş cinsellik objesi kadın, hain Rumların yağmur gibi yağdırdığı e-maillere dayanamayıp, çok sevdiğimiz Kuzey Kıbrıs’ta otel açılışına gitmedi. Hem de 3 milyar dolar gibi Amerikan rüyası içinde bile hatırı sayılır bir parayı geri vermeyi göze alarak... Ve medyamız da bu olayı protesto furyasına uydu. Ömür
Gedik, Warner Bros’u onun bu hafta gösterime çıkan filmini protesto edip gösterime sokmamaya çağırdı. Ama, sevgili Ömür, protesto ettiğimiz kişinin filmini hiç görmemek yerine, görüp de bu pek de yetenekli sayılamayacak hanımı yerliyerine oturtmak daha iyi değil mi?
Sevgili Refik Erduran ağbimiz de ağır eleştiricilerden... Ama, kadını tümüyle bir ‘medyatik yosma’ gibi sunan yazısı, her ne kadar kendisi “Yosmalara itirazım yok, hoşlanırım da haspalardan,” dese de (veya tam tersine, biraz da böyle dediği için!), bal gibi ‘maço’ bir hal almış. Bir kadını poposunun büyüklüğü, göğüslerinin bombalığı vb. gibi özellikleriyle ve genelde bir cinsel nesne olmasıyla yargılamak, zavallı Marilyn için de yıllar boyu aynı şeyleri geveleyenlerle aynı takıma girmek olmuyor mu? Ki zaman Marilyn’in, iyi oyunculuk dahil birçok şeyde ne kadar önde ve üstte olduğunu göstermiş değil miydi?
Bir erkeği adaleli vücudu, taş gibi poposu, erkekçe cinselliği ve de düşüp kalktığı kadınların sayısı ile yargılayan veya alaya alan bir erkek (ya da kadın) yaklaşımı gördünüz mü? Niye bu gibi yaklaşımlar hep kadınları hedef alıyor? Lopez, alçakgönüllü bir çevreden geliyor. Her şeyi kendisi elde etmiş, çalışıp çabalayarak... Fiziğinin belki yararı olmuş ama bunu aşmaya çalışıyor, cinselliğini adeta saklayan roller arıyor: Yakın zaman filmlerinden Enough-Yeter‘de olduğu gibi... Kıbrıs konusunda belli ki tipik Amerikalı bilgisizliğinin kurbanı olmuş. Onlar birçok konuda olduğu gibi Kıbrıs’a da öyle yabancılar ki... Ona kızıp küfretmek yerine anlamaya, daha da ötesi anlatmaya, kendi davamızı anlatmaya çalışmak daha iyi olmaz mı? Kuşkusuz daha zor, ama daha doğru... Üstelik Lopez’in hemen kibarca özür dilemesi de lehine bir puan değil mi?
Beyoğlu âşığı Amerikalı Beyoğlu üzerine yazdıklarım okurdan ilginç tepkiler alıyor. İki email’den birer bölümü vermek istiyorum: “Beyoğlu konusundaki görüşlerinize tamamen katılıyorum. Ben 25 yıldır İstanbul’da yaşayan bir Amerikalıyım, ama kapitalizmin dünyada alternatifsiz hale gelmesi beni rahatsız ediyor. Beyoğlu’ndaki yenileme çalışmalarını özel sektöre bırakmaya gerek yoktu, devlet bu restorasyon işini kazanç amacı gütmeden üstlenebilir ve tarihi dokuyu koruyarak binaları yenileyebilirdi. O zaman da ne sinemaların, ne İnci Pastanesi’nin, ne de diğer tarihsel mekânların kapanmasına gerek kalmazdı.
Ama maalesef burada neredeyse Amerika’ya taş çıkaran bir vahşi kazanç hırsı var, oysa o sistem bence her ülkeye uygun değil.” - Larry Marshall “Beyoğlu için gösterdiğiniz çabada bir okur olarak yanınızdayım. Neden bu kadar çaresiziz ve sevdiğimiz mekânların birer birer yok oluşunu sadece izliyoruz? Ne İnci Pastanesi’ni ne de Emek Sineması’nı talep etmeyecek, kültürsüzleştirilmiş genç kuşaklar, bu caddenin yeni müdavimleri oluyor. Sizin deyiminizle, kaba kapitalizmin en güvendiği iki şey de bu. Belleksiz yeni kuşaklar ve küresel kapitalizmin hayata ve kendilerine yenilmiş nihilist yalakaları.” - Sönmez Marsel. Ne dersiniz, üstelik biri Amerikalı olan bu İstanbul âşıklarından alacağımız dersler yok mu?
Tutucu yine işbaşında...
Tutuculuk bir hastalık gibi, geçmiyor. Yıllar önce önemli bir yabancı filmin Topkapı Sarayı’nda çekilmesi ihtimaline karşı savaş açıp, gazetelere ‘yabancılar harim-i ismetimize giriyor!’ tarzı beyanatlar veren bir zat, hadi adını verelim, mimar ve öğretim üyesi Prof. Dr. Murat Aytaç Erginöz, sevgili Çağan Irmak’ın çekmeyi planladığı ve şu günlerde senaryosu üzerinde çalıştığı bir Mimar Sinan filmine düşünülen Şener Şen için “Mimar Sinan boylu-boslu, yakışıklı bir adam. Şener Şen ise ufak-tefek. Bence böyle önemli bir rolü katletmesinler,” demiş.
Bırakınız sinemada boyların istendiği gibi gösterilebildiği gerçeğini... Şener Şen gibi bir oyuncu Mimar Sinan’ı niye oynamasın? Ondan yeteneklisi mi var? Bir yandan, Türk ve dünya sineması tarihimize yeterince eğilmiyor diye feryad ediyoruz. Öte yandan, içinde Fazıl Hayati Çorbacıoğlu, Çağan Irmak, Şener Şen, Nurgül Yeşilçay gibi adların olduğu ciddi bir projeye karşı çıkıyoruz. Anlamsız bir Osmanlı’yı koruma’ vehmiyle, sarayımıza girmesinler, o kişiye dokunmasınlar, o filmi çekmesinler feryatları... Peki, o özlenen filmleri kim, nasıl, ne zaman çekecek?
Said Nursi’nin ‘Yolcu’luğu
YÖNETMENLİĞİNİ Yusuf Kenan Beysülen, metin yazarlığını Cemalettin Canlı, seslendirmesini Mahir Günşiray, yapımcılığını ise Kalan Müzik ve Karşı Film’in üstlendiği Yolcu isimli belgesel tamamlandı. Said Nursi’yi doğrudan gören kişilerin röportajlarına yer verilen belgesel için Nursi’nin doğduğu köyden başlanarak gittiği ya da sürgün edildiği her kentte, her kasabada, Rusya ve Suriye’de çekimler yapıldı. Said Nursi’nin Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslara esir düştükten sonra götürüldüğü Kostroma’daki tanıktan 27 Mayıs askeri müdahalesinden sonra, cenazesinin Urfa’daki mezarından çıkarılıp Isparta’ya götürülmesinde görev alan askeri pilota kadar birçok tanıkla izleyiciler ilk kez karşılaşacak bu belgesel sayesinde. Yolcu için, Said Nursi’nin de katıldığı, Sultan Reşad’ın 1911 yılındaki Balkan gezisinin, Mannaki Kardeşler tarafından çekilen gezi görüntüleri Makedonya Devlet arşivinden bir bütün olarak alınarak geniş bir şekilde ilk kez yayınlandı. Belgeselin hazırlanmasında doğrudan tanıklıkların yanı sıra Said Nursi’nin kendi yazdıkları, belgeler, döneme tanıklık eden kişilerin anılar, yine dönemin gazete ve dergileri ile araştırma kitapları esas alındı. T.C. Başbakanlık Osmanlı ve Cumhuriyet arşivleri başka olmak üzere Rusya, İngiltere ve Makedonya devlet arşivlerinin yanı sıra özel arşivlerden yüzlerce belge tarandı. Üç bölümlük Yolcu belgeseli, kat edilmiş 40 bin kilometre yolun, röportaj yapılan 100’ü aşkın tanığın, geniş bir ekibin altı yıllık çalışmasının ve Güneydoğu köylerinden Makedonya’ya, Suriye’den Volga kıyılarına dek uzanan bir yolculuğun anlatımı.