Oguz Atay deyince, kitaplarının esas yayım tarihlerine nazaran yeni basılan ciltlerinin kapagında, bir elini yanagına destek yapmıs bir portre canlanır gözümüzde. Kazagının içine giydigi gömlegin yakaları iki yana açılmıstır, bıyıkları ve kıvırcık saçları vardır. Ara Güler imzalı portresinden sonraysa o zor, fakat okundukça ve içine girdikçe kilitli kapıları aralayan Tutunamayanlar... Hakkında, "Ben, kahramanlarının iplerini istedigi gibi oynatarak, insanlardan kuklalar yaratan büyük romancıların yeteneginden yoksunum" dedigi Tutunamayanlar... Atay, okuyucuyu yeteneksiz sayarak, yazdıklarını sadelestirme çabasına girisenlerin, neden yazdıklarını anlamıyordu çünkü... Canım Oguz, kimse dinlemedi mi seni ya da senin istedigin gibi mi dinlemedi? Sonunda sana çok sey yaptılar... Simdi geride, o derin ve vurucu evrensel imlayla, son sözünü söyledigin eserlerin kaldı. Öyle eserler ki, üzerinden tekrar tekrar geçildiginde yeni seyler anlatıyormusçasına, muhattabını muhabbetinde baki bıraktıgın cümleler... Insanlar acıklı sözler dinlemek istemiyorlardı ve sana göre onları üzmek çok zordu, "Kitabı suratınıza kapatıveriyorlar; sıkısıp kalıveriyorsunuz sayfaların arasında" diyordun, bazı yazarlarınsa insanları güldürmenin zor olduguna dair tespitleri saçmaydı; çünkü sen 'asık suratınla bile çok güldürüyordun onları'... Fıkra anlatmayı çok seviyordun mesela...
DOSTOYEVSKİ GİBİ İSTİFA!
Okumayı ögrendikten sonra sürekli çocuk kitapları, çocuk dergileri ve gazeteleri okuyup, bir de üstüne hosuna giden yerleri ezberlemenden anlıyoruz nasıl da egitim hayatın boyunca iftihar tablolarının vazgeçilmez ismi olmanı... Yakın çevren, eger bir mühendis olmasaydın filozof olabilecegin görüsündeydiler. Hani babanın sana biçtigi meslek listesinin içinde olan ve 'istemeyerek okudugun' mühendislik... Koskoca ITÜ'desin mesela, ama mutsuzsun... Ders saatlerinde ya Çamlıca'da bir çay bahçesindesin ya da Emirgan'da... Okulun bittikten sonra mesleginle ilgili yerlerde çalısmıyor da degilsin... Bu mutsuzlukta, rüzgârı kendi tarafından estirmeyi basarıyor ve tahsilinin kalbindeki matematigi geregince o koca engin denizinde bir gemi insaa ediyorsun. O gemiyle ver elini sonsuz hayaller, düs gücü, kelimeler, yazılar, dergiler, kitaplar... Tıpkı Tutunamayanlar'da Selim'in hayal ettigi sey gibi iste: "Bütün ümidi Dostoyevski gibi mühendis olduktan sonra, istifa etmekti." Babanla olan hesaplasmanı da Korkuyu Beklerken'e saklayacaktın... 'Babama Mektup' baslıgıyla kendine yer edinen bu metin, 40 yasına gelmis bir adamın kalbinde kalan buruklugu vücuda getirdigi haliydi adeta: "...çalıskan bir ögrenci oldugum halde, 'bu çocuk kitap yüzü açmıyor' diye homurdanırdın, üstüme uymayan kötü dikilmis elbiseler giydirirdin, istemedigim okullara gönderirdin beni, sızlanmalarımı da hiç dinlemezdin." Canım Oguz'un kendisine haksızlık edildigi düsüncesi, içinde öylesine gelismisti ki, bütün dünyayı suçluyordu... "Insan yarım yamalakların hikâyesini ömür boyunca anlatabilir mi? Bu belki de dayanılmaz bir gerginligi ömür boyunca yasamakla mümkün olur" diyen Oguz için zaman, dört nala kosan ekürisini kovalıyordu. Sahip oldugu entelektüel çevresiyle beraber çesitli dergi ve gazetelerde de makaleleri yayımlanan Atay'ın memleket ve dünya meselelerine olan yakınlıgı elbette kaçınılmazdı; bunu edebiyatla iliskilendirmede de ustaydı Bir Amerikalı ve Avrupalının, kendisi dısındaki kültürleri sadece incelediginden, bizim sıcaklıgımızla benimsemediklerinden dem vurur, bizim ise Steinbeck'in pamuk ve seftali toplayan isçileriyle birlikte acı çektigimizi, Hamlet'in meselesine ortak oldugumuzu söylerdi... "Ey kör talihim benim! Bana düsmez olaydı dünyayı düzeltmek" diyen Hamlet'in... Tamamlayamadıgı eseri Türkiye'nin Ruhu'na hazırlanırken "Insanımıza geri kalmıs ya da az gelismis degil; fakir düsmüs, gücünü kaybetmis bir varlık olarak bakmak düsünülebilir" demisti.
AKILCI VE HOŞGÖRÜLÜ
Içten ve saydam ruhunla insanı görebilmek gibi bir yetisi vardı Oguz Atay'ın. Akılcı ve hosgörülüydü. Görüsleri degisen insanları elestirenleri de anlamıyordu, çünkü hepimiz zaten degisiyorduk. Ne var ki biz bunu kendimizde bagıslıyor, baskalarında affetmiyor, kendi degisimlerimize kulp takarken baskalarının elleri armut topluyormus gibi davranıyorduk. "Bu dünya geçiciydi ve bu dünyada 'elde etmek ve korumak', bir insanın sadece kısa ömrü için geçerliydi" diyordu Oguz. Mezarlıkların da bu nedenle gözümüzün önünde bulunması gerektigi üzerine de bir fikri vardı. Evimizin bahçesinde, sokagın kösesinde... Evet, bu dünyaya kimse etigiyle, kemigiyle, nefesiyle kazık çakmıyordu, ama peki ya ruhumuz? Kalbimize, sadece bizi bir gün daha yasatacak organımız gözüyle bakmazsak, nefes sayımız bittiginde, ruhumuzla bu dünyayı parsel parsel kucaklayabiliriz.