1914... Yani Birinci Dünya Savaşı yıllarında başlayan bir hayat. Gelibolu'daki askerliği sırasında, ikincisini yaşarken ve hem de tam ortasındayken savaşın, şöyle yazacaktı şair Bir Roman Kahramanı'nda: "başucumda zeytinyağı yakarak/ mevzuumu yaşamaya çalışıyordum/ bir şehirde başlayıp/ kim bilir nerde/ kim bilir ne gün bitecek mevzuumu."
İstanbul'da başlayıp İstanbul'da bitti Orhan Veli'nin hikâyesi. Gözlerini kapatarak, hafif bir rüzgârın ağaçlardaki yaprakları nasıl da sallandırdığını ve "uzaklarda, çok uzaklarda/ sucuların hiç durmayan çıngırakları"nı dinlediği şehirde...
Kısa ömründen bize kalan, koskoca ve upuzun bir şiirdi. "Yüz kelimelik bir şiirde, yüz tane güzellik arayan insan vardır. Hâlbuki bin kelimelik bir şiir bile, bir tek güzellik için yazılır" derken, kendisinin içimizdeki tezahürünü ne güzel anlatmış.
"Sanat, sanat için mi, yoksa insan için mi" şeklindeki asırlık polemiğin Veli'deki karşılığını öğrenmek için, bu soruya "Bugünkü dünyayı dolduran insanlar, yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi şiir de, onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir" yanıtını vermesine ihtiyaç duymuyoruz aslında.
"Sevdiğim insanlara kızabilirdim/ eğer sevmek bana/ mahzun durmayı/ öğretmeseydi" diyor ya hani, yetmez mi?
İLLE ŞİİR, İLLE ŞAİR
Her bahar geldiğinde Orhan Veli'nin o muayyen dizesini tekrarlamayanımız azdır, "beni bu güzel havalar mahvetti/ böyle havada istifa ettim/ evkaftaki memuriyetimden"...
Orhan Veli! Hayalindeki iş arkadaşlarını anlatırken bile ille şiir, ille de şair! Ve yine işsiz...
SEVGİLİ GARİP!
Hazır söz vezinlerden, kafiyelerden açılmışken Orhan Veli'nin, edebiyattaki Garip akımının öncülerinden olduğunu da hatırlayalım.
Yazın dünyasına getirdiği bu yepyeni soluk, şairi bir yandan yeni tartışmaların kucağına atarken diğer taraftan insanlarla yeni bir düzlemde heyecan içinde buluşma olanağı sağladı. Bir şiirde takdir edilmesi gereken bir ahenk varsa, onu temin eden şey ne vezin, ne de kafiyeydi çünkü... O ahenk, vezinle kafiyenin dışında da, vezinle kafiyeye rağmen mevcuttu.
Peki, neden Garip koymuşlardı adını Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat ile birlikte? Gördüğü şeyi herkesin kullandığı kelimelerle anlatanı 'o günün' münevveri, 'garip' telakki ediyordu da ondan... Kafiyeyle de yazdı, "ölmedim hâlâ... yaşamaktayım/ dinle bak: vurmada nabzı ruhun/ ah! aydınlıklardan uzaktayım/ kafamda o dağılmayan sükûn", Garip'in usulüyle de: "şimdi evime girsem bile/ biraz sonra çıkabilirim/ madem ki bu esvaplarla ayakkaplar benim/ ve madem ki sokaklar kimsenin değil"...
Sanatın her bir dalını önemseyen ancak sanatların iç içe geçmesine taraftar olmayan bir Orhan Veli de var ve "Şiirde musiki, musikide resim, resimde edebiyat, bu güçlüğü yenemeyen insanların başvurdukları birer hileden başka bir şey değil..." derken şarkılaştırılmış şiiri geliyor aklıma:
"kim söylemiş beni/ Süheyla'ya vurulmuşum diye?/ kim görmüş, ama kim/ eleni'yi öptüğümü/ yüksek kaldırımda, güpegündüz?.."
Şiir, bütün hususiyeti edasında olan bir söz sanatıydı, tamamen manâdan ibaretti çünkü ve şair sert çıkıyordu, "Bütün kıymeti manâsında olan hakiki şiir unsurunun tali hokkabazlıklar yüzünden dikkatimizden kaçacağını da hatırdan çıkarmamalı." Şiirin devamında gelen 'geç bunları, anam babam, geç' dizesini, bir Sezen Aksu bestesiyle mırıldanırken, şairin kemiklerini sızlatmıyoruzdur umarım...
Bu dünyadan bir Orhan Veli geçti... Bir yaşında kurbağadan korkan, iki yaşında gurbete çıkan, yedisinde mektebe başlayan... Dokuz yaşında okumaya, on yaşında yazmaya merak salan, 19'unda avareliğini başlatan, 20'den sonra para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrenen...
İstanbul'da Boğaziçi'nde, bir fakir Orhan Veli idi... Veli'nin oğlu, tarifsiz kederler içinde. Giderken dedi ki: "söğüt ağacı güzeldir/ fakat trenimiz/ son istasyona vardığı zaman/ ben dere olmayı/ söğüt olmaya/ tercih ederim."