Dünya Vatandaşlığından Sürgüne
Avrupalı ve “dünya vatandaşı” kimliğini çok önemseyen Stefan Zweig, yapıtlarında savaşın yıkıma uğrattığı “eski dünya”nın değerlerinin kayboluşunu büyük ölçüde dert edinmiştir. Zweig 1881’de Viyana’da varsıl bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, genç yaşında edebiyat dünyasına başarılı bir giriş yapmıştı. Ancak Nazilerin Almanya’da iktidara gelişiyle Avrupa’da başlayan hızlı değişim, onun hayatını da altüst etmiş; kendi deyişiyle “hiçbir yere ait olmayan bir yabancı” olarak trajik bir sona sürüklenmişti.
Büyük bir servetin içine doğması Zweig’a varoluşuna istediği gibi yön verme özgürlüğü sağlamış, aile işini sürdürmek yerine yazarlığa yönelebilmesi bu sayede olmuştu. Henüz üniversite öğrencisiyken bir şiir kitabı yayımlanmış, daha sonra eğitimini sürdürdüğü Berlin’de kendini Viyana’daki ortamla kıyaslanmayacak bir sosyal hayatın içinde bulmuştu. Yurtdışı gezilerine çıkmış, çağının önemli yazar ve sanatçılarıyla tanışıp arkadaşlık etmişti.


Şiirden sonraki durağı tiyatroydu. Yazdığı oyun Viyana’nın saygın Burg Tiyatrosu tarafından kabul edildiğinde çok sevinse de, çok geçmeden toplu yapıtları arasında önemli yer tutacak bir tür olan “novella”ya yöneldi. “Bir gazete ya da dergi için fazla uzun, kitap için fazla kısa” olarak tanımladığı novella, Zweig’ın en sevdiği formattı. Novellanın coşku ve heyecan dolu atmosferi; dramatik bir olaya, gerilim dolu bir doruk noktasına odaklanması Zweig’ın beğenisine fazlasıyla uyuyordu. Bu türde ustalaşacağı Kızıl, Yakıcı Sır gibi daha ilk dönem novellalarından belliydi.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Zweig’ın Avrupa sevgisi savaş karşıtlığına dönüştü ve savaş karşıtı görüşleri yaymayı kendine misyon edindi. Kurgu yapıtları savaşın yarattığı belirsizlik karşısında kapıldığı korku ve paniği açıkça ortaya koyar. Bu korku ve panik, Mecburiyet adlı novellasında, savaş sırasında askere alınmamak için İsviçre’ye kaçan; görev duygusu ve savaş karşıtı düşünceleri arasında kalan ressam Ferdinand’ın öyküsünde en somut biçimde ifadesini bulmuştu.


Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde Friderike von Winternitz ile evlenip Salzburg’a yerleşen Zweig, novella ve denemelere ağırlık verdi. Novellalarında saplantı yinelenen bir temaydı. Kocasını aldattığını bilen meçhul bir kişinin şantajı karşısında intihara sürüklenen bir kadının hikâyesini anlattığı Korku ve intihara kalkışan genç bir kumarbaza yardım etmek isteyen saygın bir kadının özgürce içgüdülerinin peşine takıldığı bir günün hikâyesi Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, Zweig’ın kariyerinin en büyük başarılarını elde ettiği o dönemin ürünleriydi.
Karakterlerinin tehlikeyle burun buruna gelip kontrolü elden bırakması da novellalarında yinelenen bir senaryodur. Olağanüstü Bir Gece buna en iyi örnektir. Seçkin bir burjuva olarak rahat ve tasasız hayatında giderek duyarsızlaşan bir adam, belki de ilk kez burjuva ahlakından saparak “suç” işler. Sonrasında yeniden “hissetmeye” başlar, kötücül ve ateşli hazları olan gerçek bir insan olduğunu fark eder. Aynı günün akşamı kendini sokaklara, gece âlemine vurmasıyla devam eden bu deneyim onu ruhani bir uyanışa götürecektir.


Zweig 1930’ların başından itibaren Erasmus, Joseph Fouché, Marie Antoinette ve Mary Stuart gibi şahsiyetlerin nesnellikten çok sezgiye dayanan biyografilerini yazmaya koyuldu. Bu arada, “edebi bir veda mektubu” niteliği taşıyan ve novella türünde eriştiği ustalığı gözler önüne seren Satranç’ı tamamladı.
İtibarlı ve rahat hayatı, 1933 yılında Almanya’da Hitler’in iktidara gelişiyle son bulan, kitapları yasaklanıp imha edilen Zweig, 1934’te bir daha dönmemek üzere Avusturya’dan ayrılarak Londra’ya gitti. 1938’de ilk eşinden boşandıktan bir yıl sonra sekreteri Lotte Altmann ile evlendi. Lotte’yle birlikte Londra’dan New York’a geçtiklerinde, entelektüel mültecilerle dolu bu kentte Avrupa’nın kaderi Zweig’ın zihnini sürekli meşgul etmiş, ruhsal dengesini bozmuştu. Güney Amerika’da biraz dolaştıktan sonra yeni bir başlangıç için uygun ülke olduğuna karar verdiği Brezilya’ya yerleşti. Ancak Brezilya-Geleceğin Ülkesi adlı kitabında övgüler düzdüğü bu ülkenin siyasi iklimi, giderek artan antisemit eğilimler Zweig’ı Petrópolis’teki evinde inzivaya çekilmeye zorladı. Hayatına anlam katan her şeyden yoksun kalmış, dostlarından ayrı düşmüş, sürgündeki diğer Avrupalı entelektüellerle mektuplaşması savaş nedeniyle sekteye uğrayınca daha da yalnızlaşmıştı. Yapıtlarında intihar temasının sıklıkla yinelendiğini gördüğümüz Zweig, 22 Şubat 1942’de eşi Lotte’yle birlikte, yarattığı birçok karakter gibi yaşamına son verdi.

