Türkiye'nin en iyi haber sitesi
EMRE AKÖZ

Bu oyun kaçmaz

Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Necat Birecik'e sordum: Bu temsil haftada kaç kere oynanacak? Benim tahminim 'bir' idi. O da aynı cevabı verdi: "Takdir edersiniz ki her gün mümkün değil. Ayda ancak dört kere oynanır herhalde..."
Bu nasıl bir piyesti ki haftada ancak bir kere oynanabiliyordu? Neden iki-üç değil de bir?
Anlatayım...
Bir süre önce İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürü Celal Kadri Kınoğlu'ndan gelen e-posta benzerlerinden farklı değildi: Shakespeare'in ünlü oyunu Romeo ve Juliet'in galasına davet ediyorlardı.
İçimden, "Milyon kere oynanmış, defalarca sahneye konmuş bir temsilin, galası olsa ne olur, olmasa ne olur" diye geçirdim.
Sonra Şeytan dürttü, "Bak ama..." dedi, "yönetmen Dejan Projkovski. İlginç olabilir." Aslında, Makedonya Ulusal Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni olması dışında, Projkovski hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Ancak aklımda şöyle bir bilgi kırıntısı vardı: Bir zamanlar Sosyalist Blok'ta yer alan ülkeler, teknolojide zayıftı ama sanatta gayet güçlüydü ve bu gelenek sürüyordu...
Soğuk ve yağmurlu 21 Aralık akşamı Üsküdar Tekel Sahnesi'ne doğru yürürken "Allah vere de içerinin sıcağında mayışıp uyuklamasam" diyordum.
Koltuğuma oturup sahneye baktım ki ne göreyim: Tam ortada, salon büyüklüğünde bir havuz var. Nasıl yani? Ne oyunu bu, Romeo ve Juliet mi yoksa Deniz Kızı Lulu mu?
Bu afaki düşünceler, temsil başlar başlamaz silindi: Elektrogitar tınılarıyla yapılan bir girişin ardından... Metalci kıyafetleriyle suların içinde yürüyen, koşan, eğlenen, kavga edip yuvarlanan oyuncular...
Olayı kavrar kavramaz Dejan Projkovski'nin tiyatro zekasına şapka çıkardım. Yönetmen suyu, duyguların daha güçlü ifade edilmesi için kullanmıştı.
Bir dışavurum aracıydı su: Böylece öfkeler de, sevinçler de agrandisörden geçirilmişçesine büyüyüp çoğalıyordu.
Hani "kelimeler yetmiyor, görmek lazım" denir ya... İşte öyle bir oyun olmuş Romeo ve Juliet... 1597'den beri oynanan bir piyeste ne yenilik yapılabilir ki? Bal gibi de yapılırmış! Projkovski insanın inovasyon becerisinin sonsuz olduğunu ispatlıyor.
Gelelim baştaki soruya: İki saati aşkın süre sırılsıklam giysilerle oynayan insanlardan daha fazlasını beklemezsiniz. Zatürre olup hiç oynayamazlar. Zaten şimdi de oyun öncesinde ve sonrasında önleyici ilaç alıyorlarmış.
Oyunun sonunda Necat Birecik bir konuşma yaptı. Haksızlığa uğramaktan kaynaklanan kızgınlığını bastırmaya çalışarak, "Devlet Tiyatroları artık yabancı piyes oynamayacak şeklinde yalanlar üfürenler gelip seyretsin" dedi.
Haklıydı. Demeç vermek, şayiaları engellemez. En iyi cevap, yaparak göstermektir.
Tiyatroyu sevin-sevmeyin, fırsatınız olursa bu oyuna mutlaka gidin. Garanti veririm: Seyrettiklerinizi ömür boyu hatırlayacaksınız.
Not: Yetenekli oyuncular, çarpıcı kostümler inşallah başka bir yazıya...

***

"Şemşiye" daha Türkçe!

Geçenlerde, su geçirmeyen özel kumaşın isminin basitçe "Gorteks" şeklinde okunması gerekirken necip Türk tezgahtarları, pardon satış sorumluları tarafından sarsılmaz bir inatla "Gorateks" şeklinde söylendiğinden bahsetmiştim.
Okurumuz Eray Can soruyor: "Cem Yılmaz'ın çok izlenen G.O.R.A. filmi vardı. Acaba oradan bilinçaltlarına işlemiş olabilir mi?" Tabii olabilir. Ayrıca birbirlerinden de öyle duyuyorlar.
Benim ilginç bulduğum nokta, yanlış söylemeleri değil, doğrusunu öğrenmek istememeleri.
Niye böyle yapıyorlar, diye düşünürken aklıma bir olasılık daha geldi: Sanırım "gorateks" demek, orijinaline kıyasla 'ses' açısından Türkçe ile daha uyumlu.
Bir başka örnek "şemsiye"... Dikkat edin, ilk damla düşer düşmez ortalığa fırlayan satıcılar, "Yağmura şemşiye" diye bağırır.
Çünkü şemsiye, ses açısından Türkçeye uymuyor. 'M'den sonra gelen 's' harfi akıcılığı bozuyor. Daha uygunu "şemşiye"!
İşin aslını fonetik uzmanlarına sormak gerek.

***

Kim bu Meksikalı?

Geçenlerde bir tuhaflıkla karşılaştım. İnternette "Tarihte bugün" sitelerine bakıyordum. 23 Aralık 1983'te şunlar yazılıydı: "Denemeleriyle tanınan, Sabır Taşı ile ünlenen, Türk düşünürü İbrahim Çağrı Nerkiz, Ankara'da doğdu."
Vay canına! Denemeler yazan ünlü bir Türk düşünürü vardı ama ben adını dahi duymamıştım. Sabır Taşı'na baktım. Şarkıcı Yalın'ın söylediği, öteki ismi Valla da İstemem, Billa da İstemem olan bir Sabır Taşı var. Ama onu Yalın yazmış.
Eski bir Sabır Taşı daha var. Muazzez Ersoy filan söylüyor. Ancak onu da Orhan Gencebay yazmış. Kitaplara baktım. Yok böyle bir yazar.
Kim bu sahi? Acaba bir Meksikalı mı?
Not: Merak eden çıkarsa, "Kim bu Meksikalı" esprisini başka bir yazıda anlatırım. İpucu: Red Kit...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA